VF kat sol
VF kat sağ

Granada'da İspanya’nın çifte standardı

Granada'da İspanya’nın çifte standardı
Haber Tarihi : 19 Ocak 2016 11:01:57
Son Güncelleme Tarihi : 00 00 0000 00:00:00

Emilio Alzueta, İspanya’nın Seferad Yahudilerine iade-i itibar ve çifte vatandaşlık hakkı vermesi bağlamında, aynı sürgünün Müslüman mağdurları olan Moriskoların haklarını, tarihi arka planıyla ele alıyor.

Granada şehri her sene 2 Ocak'ta, şehrin Ferdinand ve İsabel tarafından alınmasının kutlandığı La Fiesta de la Toma festivaline şahitlik etmektedir. Festival, Ferdinand ve İsabel'in, bir zamanlar bizzat Nasrî camiinin bulunduğu noktada bulunan katedraldeki mezarlarına sunulan çiçeklerle sonlanır. Bu kutlamanın tatsız tartışmalar ve protestolar tetikliyor olması, birçok Granada vatandaşının çok büyük kıymet verdiği ve hatta İspanya'nın birleştirilmesini ve Katolik Krallarının alicenaplığını, üstelik de - Granada'nın mevcut muhafazakâr belediye başkanına göre - kelimesi kelimesine: "kazananlarla kaybedenler arasındaki bir yoldaşlık duygusuyla" - temsil eden bu geleneğe son verememiştir. Fakat durum gerçekten böyle miydi acaba?

Tarih, kolaylıkla bir isimler ve tanımlar meselesi haline gelebilir. Büyük Brezilyalı pedagog Paulo Freire, isimlendirme ve güç arasındaki bağlantıya işaret etmiştir: tarihin kazananları, yani güç sahipleri, kendi menfaatlerine hizmet edecek bir dünya vizyonu ortaya koyacak bir dil üretirler. Kuşkusuz, meşru fikir ayrılıklarına her zaman mahal vardır; fakat, İslâm geleneğinin de tasdik ettiği klasik bir epistemoloji, hakikati olduğu gibi bilme ve hakkı batıldan ayırma imkânına dayanır.

Tarihe dair, elbet kaçınılmaz sınırlandırmaları içinde, münasip ve hakikatli bir idrak sahibi olmaya cehd etmenin gerekliliği, ideolojik ilgilerin cazibesine kapılarak veya bir tür abartılı postmodernist perspektivizme başvurularak göz ardı edilebilecek bir şey değildir.

Büyük Endülüs medeniyetinden arda kalan en son toprak olan Granada'nın son Nasrî sultanı, şehri, kuzeyin Hristiyan krallıklarını birleştirerek tek bir devlet haline getiren Katolik kral ve kraliçesi Ferdinand ve Isabel'e 1492 senesinde teslim etti.

Onlara ve kendilerinden sonra gelen birçoklarına göre şehrin teslim edilmesi, - bir zamanlar, elden gitmeden önce, sahip olunan toprakların "yeniden fethi" anlamında - "Reconquest"in doruk noktasını teşkil etmişti. "Yeniden Fetih" kavramı, Romalıların ve Vizigotların, daha o zamandan İspanya sayılabilecek bir yapıyı, Roma Hukuku ve Hristiyanlık temelleri üzerine kurmuş oldukları kanaatinde olan bir İspanyol tarihyazıcılığı görüşünü her zaman desteklemiştir.

Bu yapı daha sonra Müslümanlarca zapt ve fethedilmiş ve kurdukları medeniyetin ihtişamına rağmen, anlaşılır bir şekilde, geri alınarak, kendi gerçek din algısında, ama diğer yandan kendi yerleşik inancının haricindeki tüm inançları da ortadan kaldırma gayretlerinde gayet samimi olan Hristiyan ülkesine eklenmiştir.

Ancak, büyük İspanyol tarihçisi Américo Castro ve onun ufuk açıcı çalışmalarını takip edenler, böyle bir değerlendirmeye katılmamaktadırlar. Onlara göre, diğer Avrupa ülkelerinin örneklerinde olduğu gibi, - ta Rönesans döneminde kurulmuş olan - "İspanya" diye bir şey henüz yoktur ve İber Yarımadası'nda sekiz asır yaşamış olan Müslümanlık mirası, en az Romalılar ve Vizigotlar kadar İspanya tarihinin bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu anlamda bir "Yeniden Fetih" söz konusu olamaz. Aksine, tarihi gerçekler, yarımadanın sadece kuzeydeki Hristiyan krallıkları tarafından değil, Avrupa'nın diğer kısımlarından gelen askerlerin de iştirakiyle gerçekleştirilmiş bir Haçlı Seferine işaret etmektedir. Sözde "Yeniden Feth"in 1492'deki doruk noktası ise, bazısı Ferdinand ve İsabel'in Granada'ya karşı gerçekleştirdiği askeri harekâta bol keseden destek vermiş olan Yahudilerin İspanya'dan sürüldüğü zamana tevafuk etmektedir.

"Yeniden Fetih", 1492 senesiyle özdeşleşmiş diğer bir tanımlayıcı olayla, yani yeni kıtanın zenginliklerinin talan edilmesini, yerli nüfusun büyük bir kısmının yok edilmesini ve Kolomb'un seyahatinin, Batı Afrika'daki Mali sultanlığının kâşifleri gibi daha 14.yy.'ın başlarında çoktan yeni kıtaya varmış kişileri tarihten silen 'destansı bir yolculuğa' dönüştürülmesini semantik olarak meşrulaştıran bir kavram olarak Amerika'nın "keşfi"yle de kronolojik bir tevafuk içindedir.

Granada şehri her sene 2 Ocak'ta, şehrin Ferdinand ve İsabel tarafından alınmasının kutlandığı La Fiesta de la Toma festivaline şahitlik etmektedir. Festival, Ferdinand ve İsabel'in, bir zamanlar bizzat Nasrî camiinin bulunduğu noktada bulunan katedraldeki mezarlarına sunulan çiçeklerle sonlanır. Bu kutlamanın tatsız tartışmalar ve protestolar tetikliyor olması, birçok Granada vatandaşının çok büyük kıymet verdiği ve hatta İspanya'nın birleştirilmesini ve Katolik Krallarının alicenaplığını, üstelik de - Granada'nın mevcut muhafazakâr belediye başkanına göre - kelimesi kelimesine: "kazananlarla kaybedenler arasındaki bir yoldaşlık duygusuyla" - temsil eden bu geleneğe son verememiştir. Fakat durum gerçekten böyle miydi acaba?

Boabdil, Granada şehrini Katolik Krallarına teslim ettiğinde, bu işi Kapitülasyon Anlaşması'nın şartları dâhilinde yapmıştı. Anlaşma, hür muamelesi görme güvencelerine ek olarak "Mağribilerin (Müslüman Arap nüfusun), dinlerini ve mülklerini muhafaza edebilme hakkı olduğunu" ve "Kralların, sadece, Mağribilere saygı ve sevgiyle davranacak valiler tayin edeceğini" vurguluyordu.

Bu güvencelerin verilmesinin üstünden henüz 10 sene geçmişken, 1502'de, Kardinal Sisneros ve Engizisyon'un tazyikiyle krallar, günümüz İspanya'sında bulunup da aynı ismi taşıyan bölgeyle sınırlı olmayan eski Granada krallığındaki tüm Müslümanları iki tercihe mecbur bırakan bir ferman imzaladılar: Hristiyan olmak ya da sürülmek. İkinci tercih genelde, bütün mülklerden feragat edilmesi ve ailelerin ayrılması gibi gaddar şartlar olduğu kadar çok ciddi ölüm riski taşıyan tehlikeli yolculuklar da içerdiğinden Müslümanların çoğu, kamusal alanda Hristiyanlığın icaplarını yerine getirirken kendi özel hayatlarında Müslümanlıklarını sürdürebilmek umuduyla birinci tercihte karar kıldı.

Böylece isimleri "küçük Mağribiler" (Little Moors) anlamında "Moriskolar" oldu. Takip eden 20 sene boyunca aynı durum, Hristiyan topraklarında, daha çok Valensiya ve Aragon'da yaşayan (İspanyolca "Mudehares"; Arapça "Müdeccen" denilen) Müslümanların da kaderi olacaktı. Bu Müslümanların zirai işlere ve el sanatlarına mükemmel derecede vâkıf olması, kendilerini muktedir toprak sahiplerine çok kıymetli birer varlık kılıyordu.

Moriskoların 16.yy. boyunca tarihi, monarşik yapının da kutsadığı bir şekilde, Engizisyon'un elinde maruz kalınan olağanüstü bir zulmün ve dozu giderek artan bir eziyet ve işkencenin tarihidir. İslâm'ı gizli-kapaklı bir şekilde yaşamaları, II. Filip'in 1567'de, diğer yasaklara ek olarak, - İspanyolca'nın Arapça karakterlerle yazılması (Elcamiado) da dâhil - Arapçanın ve geleneksel kıyafetlerinin ve kutlamalarının ve hatta hamam kullanmalarının yasaklanmasına dek, giderek artan boğuculukta bir gözlem altında sürdü. Bu durum büyük ölçüde, Moriskoların, Alpujarras'ın dağlık bölgelerinde ayaklanmasına sebep oldu ve takip eden cani savaşta, İspanyol ordusu binlerce Morisko'yu katletti. 1609 senesinde ise, nihayet, III. Filip'in idaresi altında, bütün Moriskoların İspanya krallığından zorla çıkartılması kararı alındı. En muhafazakâr tarihsel hesaplamalara göre, 300,000 civarında Morisko, çoğunluğu Valensiya bölgesindeki limanları kullanarak, ülkeyi terk etti. Özellikle ulaşılması zor olan bölgelerde yaşayan bazıları kalmayı başardı ve hatta bazıları tekrar toplumun bir parçası olacak bir yol buldu, fakat çoğunluk, Fas ve Osmanlı vilayetleri olan Tunez ve Argel gibi yerlere gitti ve bu yeni yerleştikleri yerlerde onlara "Endelûsî" dendi.

Sultan Birinci Ahmed Han, Hristiyan prenslerine, Moriskoların nihai menzillerine yönelik yolculuklarını kolaylaştırmalarını teşvik eden mektuplar gönderdi. Moriskoların gittikleri yerlerin arasında İstanbul ve özellikle, hâlihazırda Endülüslü bir Müslüman topluluğa ev sahipliği yapan Galata bölgesi vardı. Galata'da bulunan diğer bir topluluk, "Sefardîler" olarak bilinen, İspanya'dan daha evvel sürülmüş olan Sefarad Yahudileri idi. Osmanlı'nın millet sisteminin ve Endülüs'ün 'convivencia'sının (birlikte yaşam prensibinin) tersine, İspanya "ârî bir inanç, ârî bir ırk" yolunu tuttu ki bu yol, Avrupa'yı, iki asır sürecek olan Hristiyan savaşlarına batıracak bir vizyonu işaretlerken aynı zamanda dünya jeopolitiğine yeni bir sömürgeci tanım getiriyordu.

İspanya hükumetinin 2015 Ekim'inde Sefarad Yahudilerinin torunlarına çifte vatandaşlık vermek için bir kanun geçirmesi, kısmen, tarihsel bir hatayı düzelten bir inisiyatif olarak sunuldu. Bütün dünyada sayıları 90,000 civarında olduğu tahmin edilen Sefaradlardan 4,307 tanesi bu kanundan anında yararlandı. Madrid'in Kraliyet Sarayı'nda düzenlenen özel bir merasimde, İspanya Kralı VI. Felipe, "tarihte yeni bir sayfa" yazmanın bir "ayrıcalık" olduğunu ifade etti ve "Sizleri nasıl da özledik!" diyerek Sefarad Yahudilerini selamladı. Bir seneden biraz daha öncesinde, yani kanun tasarısının en başından itibaren, bariz ortada olan durumu sorgulayan çok kimse vardı:

Yahudilerin torunlarıyla Moriskoların torunları neden farklı muameleye tabi tutuluyordu? Bu ayrımcılık hâlbuki daha 20 sene önce, İspanyol vatandaşlığı almak isteyen Sefaradlara verilen ayrıcalıklı statüyle başlamıştı.[Bu sorgulamalara verilen] resmi cevapta, bazı Sefarad Yahudilerinin, ismine Ladino denen, 16.yy. İspanyolcasını bildiği vurgulandı. Fakat tarihi gerçek şu ki, bazı Yahudiler, ecdatlarının Toledo veya Cerona'daki eski evlerinin anahtarlarını saklamışlardı, fakat aynısı şu anda Fas gibi yerlerde yaşayan Endelûsîler için de söylenebilir: her iki toplumdaki ailelerde bu bağlantıların duygusal sembolleri canlı kalmıştır.

Herhangi bir resmi gerekçenin ötesinde, bazı analistler, böyle bir yasanın, özellikle Amerika'daki güçlü Yahudi lobilerinden getirebileceği ekonomik faydalara işaret ettiler. Günümüz modern demokrasilerinde isimlendirme sanatı, aşikar bir kudret vasıtası olduğundan daha çok gizli bir manipülasyon aracıdır: kamu önünde kullanılan dil, reelpolitiğin gerçekteki gizli dilinden çok farklı oluyor.

Tarihteki yanlışlıkların tamir edilemeyeceği kesinlikle doğrudur; fakat hakikatleri tasdik ve takdir eden özel mahfillerdeki ve kamu önündeki jestler, en azından ilim ve ikrar/kabul merhemiyle geçmişin acılarını hafifletebilir. Fakat bu ikrarlar/kabuller dürüst ve adil olmalı. Gücün ve gizlenmenin ötesinde, isimlendirme ayrıca tarafsızlığın ve merhametin bir vasıtası olabilir: tarihte bulabileceğimiz en büyük güvence, onda bulunan kötülükleri tekrar etmemek için almamız gereken derslerdir.