VF kat sol
VF kat sağ

İmam-ı Gazâlî Bağdat’ı terk etti

İmam-ı Gazâlî Bağdat’ı terk etti
Haber Tarihi : 30 Kasım 2015 09:29:00
Son Güncelleme Tarihi : 00 00 0000 00:00:00

Gazâli Bağdat’ı neden terk ettiğini şöyle açıklıyor “Ayrıca iyice anlamıştım ki, takvâ sahibi olmak nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevi arzuları terk etmeden âhıret saadetine kavuşmak imkânsızdır. Hepsinin başı dünya alâka ve bağlarını kalpten tamamen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma yeri olan dünyadan uzaklaşıp, Cenâb-ı Hakka tam gayret ile dönüp tövbe eylemektir”.

İmâm-ı Gazâlî, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî'yi vekîl bırakarak Nizamiye Medresesi'ndeki vazîfesine ara verdi ve Bağdad'dan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve bu maksatla seyahatler yaptı. Bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada en kıymetli eseri “İhyâ-u Ulûmiddîn”i yazdı. Daha sonra Kudüs'e gitti. Bu sırada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı “Mufassıl-ül-hılâf”, “Cevab-ül-mesâil” ve Allahü teâlânın isimlerini (Esmâ-i hüsnayı) anlatan “Maksâd-ül-esma” adlı eserini yazdı. Kudüs'de de bir müddet kaldıktan sonra, oradan hacca gitti.

Haccı müteakiben Bağdad'a döndü. Nizamiye Medresesi'nde Şam'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs'a gitti. Burada yine Batınîlere karşı “Ed-Dürc-ül-merkûm” kitabı ile “El-Kıstâs-ül-müstekîm”, “Faysal-üt-tefrika”, “Kimyâ-ı Se'âdet”, “Nasîhât-ül-mülk” ve “Et-Tibr-ül-mesbuk” adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra, Selçuklu veziri Fahr-ül-mülk'ün ricası üzerine bir müddet daha Nizamiye Medresesi'nde ders verdi. Tasavvufu anlatan “Mişkât-ül-envâr” adlı eserini de bu sırada yazdı.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerine “Bağdad'da pek çok ilim talebesi var iken, orada ilim neşretmekten, öğretmekten niçin vaz geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun zamandan sonra Nişâbûr'a dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor” dediklerinde cevap verip izahlar yaptıktan sonra Nizamiye Medresesi'ndeki derslerine ara verip, Bağdad'dan ayrılış sebebini şöyle anlatmıştır: “Ben şer'î ve aklî ilimlere bu kadar alışkanlık peyda edip, her ikisinde de inceleme ve müdârese yaptım. O esnada bulunduğum yolda, bende; Allahü teâlâya, nübüvvete ve âhıret gününe yakînî bir imân hâsıl oldu.

İmânın bu üç aslı ile kalbim çok kuvvetlendi. Ayrıca iyice anlamıştım ki, takvâ sahibi olmak nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevi arzuları terk etmeden âhıret saadetine kavuşmak imkânsızdır. Hepsinin başı dünyâ alâka ve bağlarını kalbten tamamen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, ona muhabbet köklerini, gönül bahçesinden söküp atmak ve âhırete dönmek ve azîmet etmek ve cenâb-ı Hakka tam gayret ile dönüp tövbe eylemektir. Bu ise, emelleri kısmak, makamı, malı ve parayı terk etmek, meşgûliyyeti, tutulma ve insanlarla beraber bulunmayı bırakmadan ve kalbin içinde sekîne ve karar hâsıl olmadan tamam olmaz.

Sonra ben hâllerimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli bağ ve tutulmalar içine batmışım. Her tarafımı kuşatmışlar. Amellerimi gözümün önüne getirdim. Gördüm ki, hepsinin üstünü ve güzeli ilim öğretmektir. Öğretmek istediğim ilimlerin, bilgilerin çoğu, önemsiz olup, âhıret için faydasızdırlar.

“İşte yakînen anladım ki, helak sahilindeyim”

Sonra ilimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allah rızâsı için olmayıp, belki makam sevdası ve şöhretle beraber karışık buldum. İşte yakînen anladım ki, helak sahilindeyim. Eğer hâllerimi düzeltmekle uğraşmazsam helak olur, kendime kötülük ve zarar etmiş olurum. Bir müddet böyle düşündüm durdum. Fakat henüz karar veremedim. Bazen Bağdad'dan ayrılmağa, içinde bulunduğum hâlleri bırakmağa karar verir, birgün azîmet yolunu seçer, ayağımı ileri atar, bazen biraz daha durayım deyip, adımımı geri alırdım. Bir sabah olmazdı ki, âhıreti istemede sıdk ve rağbet üzere bulunayım da, ona nefsin istekleri ve dünya arzusu askerleri saldırıp, akşam olunca beni uzaklaştırmasınlar.

Düşüncemi değiştirmesinler. Bir hadde geldi ki, dünya arzuları beni, zincirden bağlar ile, kendilerine çeker ve bu manânın hâsıl olması için zorlarlardı, iman sözcüsü de seslenip: “Hadi, çabuk ol! ömründen çok az kaldı, önünde ise, uzun bir yolculuk vardır. Kazandığın, elde ettiğin ilmin hepsi, riya ve aldatmadır. Eğer sen, şimdi âhıret için hazırlanmaz, o sonsuz âlem için azık bulundurmazsan, ne zaman yapacaksın? Şimdi alâkaları kesmez, engelleri kaldırmazsan ne zaman keseceksin ve kaldıracaksın?” derdi. O zaman kalbimde bir rağbet peyda olup, dünya ve ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin karar verirdim. Sonra şeytan, aldatma ve hile yoluna başvurup; “Bu düşündüğün hâl, çabuk geçici bir şeydir. Sakın ona uymak yolunu seçme. Zîrâ sen bu görüşü kabûl ve karar verip, bu büyük makamı terk edersen ve eziyetli olmayan izzet ve şanı bırakıp gidersen, hasımlarla münâzaradan hâsıl olan zevk ve safâdan geçersen, nefsin yine sana gâlib olur. Bu sefer ondan kurtulmaya uğraşırsın. Hâlbuki o zaman bir daha dönemezsin, bî çâre ve dermansız kalırsın” derdi.

Allahü teâlâ, dilime susmak kilidi vurup, mühürledi

İşte nefsin ve şeytanın bâtlı hak gösteren bu aldatma ve hileleri sebebi ile, ben de, dünyâ arzuları ve âhıret isteği arasında tereddüt ve hayret vadisinde altı ay kadar şaşkın, inler ve ağlar hâlde kaldım. Bu zaman 486 (m. 1093) yılının Receb ayında son buldu. Nihâyet aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden geçip, aniden Allahü teâlâ, dilime susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu. Öyle oldu ki, kendimi zorladım, gayrete getirmeğe çalıştım. Huzûrumda bulunan üçyüz ilim talebesinin gönlünü almak, hatırlarını şen etmek, bu vesile ile bir gün ders vermek için kendimi zorladım. Dilimde söyleyecek kuvvet, bir kelime telâffuz edecek güç bulamadım.

Bu dil tutulması, kalbime öyle bir üzüntü ve elem verdi ki, arzu ve isteğim kalmadı. Hazmım kesildi. Ne ağzıma bir lokma alsam, onu çiğneyebilirdim, ne bir damla su içsem, yutabilirdim. Böyle devam edip, kuvvetten düştüm. Zayıfladım. Hattâ doktorlar hayâtımdan ümid kestiler. Bana ilâç vermekten imtina edip, bu böyle bir durumdur ki, kalbe indi. Ondan uzuvlara sirayet edip, mizacını bozdu, ilâç kabûl etmez, iyileşmez. Ancak kalbini mühim işlerden rahata kavuşturur, her şeyden temizlerse, belki iyileşir dediler.

Bundan sonra, ben aczimi anladım ve gördüm, ihtiyârımın bütün sükûtunu, düşüşünü seyrettim. Yalvararak ve sızlayarak Allahü teâlâya sığındım. Çaresi olmayan hasta gibi yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Neml suresi altmış ikinci âyetinde meâlen; “Muzdar olan (sıkıntıya düşen) kimse duâ ettiği zaman onun duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran...” buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ duâmı kabûl edip, kalbimi uyandırdı, içimdeki mal ve makam arzusunu kaldırdı. Hepsinden yüz çevirip çocuklarımdan, dostlarımdan, vatanımdan ve eshâbımdan ayrılmağı bana kolay eyledi. Derhal içimden Şam tarafına gitmek arzusu geldi. Ama görünüşte hacca gideceğim dedim. Halifenin ve eshâbımın, maksadımın Şam'da kalmak ve bu sebeble onlardan ayrılmak isteğimi bilmelerini istemedim. Sonra bir daha dönmemek niyeti ile Bağdad'dan çıktım.

Cahiller içinde kalan alim

Fakat düşüncemi gizliyor, aksini bildiriyordum. Bunun için çeşit çeşit ifâde ve izah yollarına başvuruyordum. Onlar ise benimle alay ediyor, beni cevr-ü cefâ oklarına hedef tutuyorlardı. Sanki içlerinde, benim o tür safa ve zevkten yüz çevirmem ve dünyalıklardan kesilmek istememin bir din işi ve yakîn sebebi olduğunu uygun görecek bir kimse yok idi. Onlara göre, benim bulunduğum müderrislik rütbesi, yüksek bir din mevkii olup, ilimlerinin bütünü buraya kavuşabilmek için idi.

Sonra genel vaziyetten maksadın ne olduğunu ta'yin konusunda ihtilaf edip, Irak'tan uzak olanlar sandılar ki, vâli ve hükümdârlardan birşey oldu ki utandı ve orada duramadı dediler. Ama Irak'a ve oradaki devlet adamlarına yakın olanlar, devlet adamlarının bu bağlılıklarını, gitmemem için bana yalvarmalarını, beni zorlamalarını, iltifât ve alçak gönüllülüklerini ve benim onlardan yüz çevirmemi sözlerine iltifât etmeyip, söyledikleri sözlere, okşayıcı ifâdeleri kabûl etmediğimi bilirlerdi. Onlar, bu semâvî bir iştir ki âlimlere ve müslümanlara bir nazar değmesi sonucudur derlerdi.

Tüm mal varlığını dağıtıyor

Nihâyet Bağdad'dan ayrıldım. Yanımda olan malı dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve küçük çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda bulundurdum. Onda da şöyle bir ruhsat yolu buldum ki, Irak malı, müslümanların işlerini görmek için vakf olunmuştur. Bunun için dünyâda aile nafakası için, bundan almaktan daha sâlih ve temiz bir mal bulamadım. Şam kıt'asına gidip, Şam şehrinde iki sene kadar kaldım. Orada bir meşgalem yok idi. Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum.

Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım. Böylece yakînen bildim ki, o büyüklerin yolu, ilim ve amel olmadan tamam olmaz. Onların ilimlerinin hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip, kötü sıfatlarının kökünü sökmek ve atmaktır. Bununla kalbi Allahtan başkasına tutulmaktan korumak ve Allahü teâlânın zikri ile süsleyip O'na kavuşmaktır. O zaman bana ilim, amelden kolay geldi O büyüklerin ilimlerini kitaplarından tahsil ve onları mütâlâa ile tamamlamağa koyuldum. Meselâ Ebû Tâlib-i Mekkî'nin (Kut-ül-kulûb) kitabını ve Hâris-i Muhâsibî'nin kitaplarını, Cüneyd-i Bağdâdî'nin, Şiblî'nin, Bâyezîd-i Bistâmî'nin ve başka meşâyıhın (kuddise sirruhum) sözlerini ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri mütâlâa eyledim. Herbirinin ilimlerinin maksadlarına muttali oldum. Onların yolundan öğrenerek ve dinliyerek, tahsili mümkün olanı tahsil ettim.

Anladım ki, onların seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs olan ilimlere kavuşmak, öğrenmek ve okumakla mümkün değil. Ancak sıfatların değişmesi ve hâlde zevk ile mümkündür.

Bir müddet Şam mescidinde i'tikaf eyledim. Uzun günlerde minaresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada durdum. Sonra hac farizasını eda için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medine'nin bereketi ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ziyâreti ile O'ndan imdâd ve yardım istemek arzu ve şevkim harekete geldi Gittikçe arttı. Hazreti Halîlürrahmân'ın (aleyhisselâm) ziyâretinden sonra, Hicaz'a doğru yola çıktım.

Sonra beni, ba'zı arzu ve insanlar ve çocukların ve ailemin istemesi vatanıma çekti. Ben de vatanıma döndüm. Tabiatım bu dönüşten son derece uzak ve benim i'tikâdım üzere bu görüş gayet yanlış olduğu hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da uzlete, çekildim. Zikr ile kalbin tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep uzlet istiyordum. Lâkin günlük olaylar ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl darlığı kalbimin safasına mâni olup, maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin safâsı bulandı ve safa hâli verecek neticeler ele geçmez oldu. Ancak arasıra bir miktar safa hâsıl olup, yine örtülürdü. Lâkin böyle iken yine kesmeyi tama' etmeyip, ba'zan bir zuhurat engel, ba'zan o mertebelere dönmek vâki olurdu. O yıl bu hâlde geçti. O halvetler esnasında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün değildir. Faydası olur ümidi. İle bir iki şey bildirelim:

Ben ilm-i yakîn ile bildim ki, Allahü teâlâya kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk, onların sîret ve ahlâkları, en doğru yol, onların yolu, en güzel ve en olgun ahlâk, onların ahlâk ve âdetleridir. Belki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hakimane buluşları ve İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve ulemânın ilimleri toplanıp bir araya gelse, onların siret ve ahlâkından birini tahvil edemez, değiştiremez, ondan hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler, çâre ve yol bulamazlar. Zîrâ onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve hareketsizlikler peygamberlik kandilinden alınmıştır.

Yeryüzünde ise, peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok parlasın. Velhâsıl aklı olan kimse, tasavvuf hakkında ne söyliyebilir ki, tasavvuf ehlinin kalbi, Allahtan başka herşeyden temizlenmez ve başlangıcı, her an Allahü teâlânın zikrine dalmak, nihâyeti ise, büsbütün fenâ fillah olmaktır. Bunun bile son olması, ihtiyârı altında bulunan mertebeye nisbetledir. Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır. Gerçekte ise bu fenâ makamı tasavvufun başlangıcıdır. (Nitekim İmâm-ı Rabbânî de (kuddise sirruh): Fenâ fillah, bu yolda ilk adımdır buyuruyor.) Ondan önceki hâller, sâlik için sülûk yolunda dehliz, aralık gibidir. Ya'nî vâsıtadırlar.

Tasavvufun ilk hâlleri, keşif ve müşâhedenin zuhura gelmesidir. Hattâ bu keşif ve müşâhede sahibleri, uyanık iken, melekleri ve peygamberlerin rûhlarını müşâhede ederler. Onların sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibas ederler. Sonra o hâl, sûret ve misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam kelimeler ile anlatılamaz. Bahsedilirse, sarih hatâ görünür ve ondan sakınmak mümkün olmaz. Kısaca şöyle diyelim ki, sâlikin hâli, öyle bir kurb ve yakın mertebesine ulaşır ki, bir grup kimseler o makama hulul, bir başka grup ise vusul (kavuşma) ta'bir ederler. Bütün bunlar hâşâ! büyük hatâdır. Bu sebeb ve izahını (Maksad-ül-aksâ) kitabımızda, en ince ve güzel şekilde bildirmişiz. Belki bu hale kavuşan kimsenin, şu beytten fazla bir söz söylemesi uygun olmaz.

 “Olan oldu fakat ben anlatamam.

Hüsn-i zan et ve haber sorma ondan.”  

Yarın :Seyr-ü sülûk dönemi