Şems Şems Derken Mevla Bulunmaz!
Mülakat: Elif Yümna Eren
Tâc-ı Kubbe’yi henüz raflarda yerini almışken sıcağı sıcağına yazar
Ayşe Rahşan Gürel’den sorduk. Keyifli ve bir o kadar düşündürücü bir mülakat oldu.
Umarız okuyucularımız için de böyle olur.
Hocam daha önce Azîzân ve Bir Ömer Masalı adlı iki kitabınızla
tanıştık. Şu anda elimde üzerinde Tâc-ı Kubbe yazan bir kitap var. Bir Mevlânâ
Güzellemesi yazıyor hemen altında. Anladığım kadarıyla sahnelenmek üzere
yazılmış bir tiyatro metni. Kitabın doğuş sürecini, hedef kitlesini,
formatındaki farklılığın sebebini anlatır mısınız?
Teşekkür ediyorum. Bilhassa gençlerin ilgisi beni mutlu ediyor.
Gençlerin can kulağına erişecek sesi bulmak önemli. Peygamberî bir izlek bu.
Allâh, genç insanın azını çoğa sayar. Biz çoğu aza sayılan neslin bu imkanı iyi
kullanması lazım. Kendi süreçlerimizi hatırda tutmamız icap ediyor.
Müsaade ederseniz konuya farklı bir açıdan yaklaşarak gireyim.
Kitap veya yazı ne için yazılır? Bir kitap veya herhangi bir eser vücuda
getirerek muhatabına ulaşmak isteyen kişinin, kendi içinde bu soruya cevap
bulmuş olması gerekiyor. Cevap şu: Kendimi bir parçası olarak gördüğüm mükemmel
bir bütüne, Varlığa olan saygımı ve şükranımı ifade etmek için… Varlığın
Sahibine ne yapsam ödeyemeyeceğim kadar borçluyum. Ve biliyorum ki biricik bir
ödeme biçimi var: Kendi aczimi ve O’nun kudretini idrak ve itiraf etmek!..
Kitap özelinde söylemiş olayım; bütün güzel kitaplar, mahcup bir teşekkür
nişanesidir.
Hocam, şimdi azı çoğa sayılan nesil olarak, biz itibar arıyoruz,
tanınmak istiyoruz bir şeyler ürettiğimizde. Bunu da en doğal hakkımız olarak
görüyoruz. Niyetimi sorguladım şu an.
“Efendimsin cihanda her ne varım varsa Sendendir” diyor şair,
Peygamber Efendimiz için. Varlık kaygılarımızın, itibarımızın kendisinde anlam
bulduğu bir şeyler var. İnsanın tekamül sürecinde bu hiyerarşinin yerine
oturması zaman alabiliyor. Tabii bir süreç. İnsan zihni, kendini hayattan hep
alacaklı görme mantığını değiştirdiğinde, borçluluğunu idrak ettiğinde
akletmeyi öğrenmiş oluyor. Hani Allâhımız hep soruyor: “Akletmez misiniz?”
Akletmez misiniz demek, şükretmez misiniz demek… İnsanın hayat tedrisatı, bu
nankörlüğü, nimete şükürsüzlüğü bırakması esasına dayalı.
Bizim nesil adına konuşayım; bize şükretmek, biraz pollyannacılık
gibi geliyor. Ne verdiler ki ne istiyorlar gibi düşünüyoruz.
Pollyannacılık güzel bir örnekleme oldu. Fakat bizim burda
kastettiğimiz teşekkür tarzı bundan öte. “Ayakkabım yoksa da ayağım var” gibi
bir yetinme halini anlatmıyoruz. Aksine, elde olana kanaat tembelliğine
düşmeden, sınır tanımaz derecede talep ederek şükretme yolları aramaktan
bahsediyoruz. Varlığın Sahibinden az istemek bahtsızlıktır, karamsarlıktır.
O zaman, “Bir kitap niçin yazılır?” sorusunun cevabını almış
olduk: Varlığın Sahibine verdiği sayısız nimet adına teşekkür etmek için. Hocam,
iyi kitabın özelliği nedir size göre?
Bir kitabı bitirip kapağını kapattığınızda, sizi eski halinize
bırakmaması umulan durumdur. Size bir gönlünüz olduğunu hatırlatması, içinde
“insan sözü”nden öte birşeylere dokunmanız gerekir. Ruhunuzun özlem ve
ihtiyaçlarına dair size bir duyarlılık ilham etmesi gerekir. İnsanı birbirinden
ayıran şey, kendini nisbet ettiği varlık görüntüleri değildir.
Farkındalıklarıdır. Tanrı- Âlem-İnsan alakasını anlamlandırmadaki şuurudur.
Dünya, ruhu olan insanı tatmin edemez. Burnunda hep ötelerin kokusu tüter
durur. İşte bu hasretin içerdenliğidir insanı insandan ayıran, incelten,
yücelten.
Hocam kitabın girişinde Mesnevî’den bir kısım var.
Söylediklerinizle bağlantısı açısından okuyucularımızın istifadesine sunmak
istiyorum:
Tabii buyrun.
“Deniz köpüğü üstüne at sürmek, şimşek ışığıyla mektup okumak,
Son’u görmeyen noksan aklın işidir. Sonu görmeyen akıl, nefis kesilir. Bu
yomsuzluktan gözünü çevir de, ölümsüz ışığı gör… Seni halden hale çevirene
döndür yüzünü. İki kanatlı kuş olmak istemiştin Ezelde… Unuttun mu? Ya beni
bırak söz söylemeyeyim ya izin ver sözümü bitireyim.”
Evet… Hayatın hayhuyu içinde unutsak da bu böyle. İnsan ötelerin
sadasına alışık varlık. O sese o nefese muhtaç varlık. Bunca varlık olsa da
gitmeyen gönül darlığının sebebi bu.
Tâc-ı Kubbe, bir Şems ü Mevlana güzellemesi diyorsunuz. Bir roman
veya hikaye formatında değil. Bir tiyatro metni olarak yazılmış. Sizi bu
tercihe yönlendiren sebepler neler?
Hz. Şems ve Mevlânâmızın destansı hayatı Doğunun Batının malumu.
Belki ruh öncüleri arasında en meşhurlardan. Dolayısıyla üzerinde de çok
yazılmış söylenmiş. Fakat bunca şöhretine rağmen biz varlık yolculuğunu
anlamlandırmada Şems’e ve Mevlânâ’ya veya benzerlerine neler olduğunu tam
kavrayamıyoruz. Hep hoca-talebe çizgisinde bakıyoruz. Bir “akran” ilişkisi
olarak da bakılabilmeli mesela. Diyelim, hep Mevlânâ’nın yanıp tutuştuğunu
Şems’in zaten pişmiş olup bulunduğu halde kaldığını düşünüyoruz. Halbuki
tasavvufi ifadesiyle âşıklık-maşukluk fazlarının geçişliliği söz konusu bu tarz
hikayelerde.
Şöyle bir cümle var kitapta altını çizdiğim: “Herkes Mevlânâ’nın
aşkından bahsediyor. Kimse Şems’in yangınından haberdar değil”
Evet. Sayısız nitelikleri olan Allâh, insana insandan yansır.
Bendeki sıfatları sana, sendeki sıfatları bana. Bu önemli vurgunun, birebir
sahne üzerinde görünür kılınmasını düşündüm. Kendi irfanî geleneğimize dayalı
bir tiyatro geçmişimiz yok. Bu tarz bir kaç seri düşünüyorum. Mesela Menemen
hadisesinde Şehit asteğmen Kubilay’a dair bir tiyatro metni var sahnelenmiş.
Fakat yine aynı vak’anın şehitlerinden Esad Erbilî Hazrete dair olayın
hakikatine uygun bir eser bulunmuyor. Bu milletin irfan havzasından devşirilmiş
kendimize özgü tiyatro eserleri niye olmasın ki?
O zaman Tac-ı Kubbe bir başlangıç.
Aslında kimin tarafından yazıldığı önemli değil. Hadiselerin hakkı
verilsin ve sahneler de, insanın öze dönüş serüveninde birer vasıta olsun.
Mesele bu!
Umarız insanlık adına bu ortak duamız yankı bulsun. Şöyle sorayım;
Şems ve Mevlânâ üzerinden kitapta çok net şekilde anlatılan bu çok uzun soluklu
insan olma yolculuğundan özetle ne anlamamız gerekiyor?
Peygamber Efendimiz’in Hz Ali’ye hitaben söylediği bir kelâm-ı
şerifesi var. “Senin vasıtanla bir kişinin doğru yolu bulması, üzerine güneş
doğan bütün mülkün senin olmasından daha değerlidir.” Mealinde. Hz Şems,
Mevlânâ’dan daha çok şey biliyor değildi. O, bütün ilgilerin ancak Allâh’ın
adına kurulduğunda anlamlı olduğunu kavramıştı. Hz. Mevlânâ’ya da soruluyor bu
soru. “Ey Mevlânâmız ey ulumuz, diyorlar. Bu Şems denilen divaneden ne öğrendin
sen? Mevlana Hazret diyor ki: “Ben Şems’ten önce üşüdüğümde ateşin başına geçer
ısınırdım. Şems’ten sonra dünyada üşüyen bir kul varsa ısınmaya hakkım olmadığını
öğrendim.”
Biri, çok görme illetine tutulmuş insanlığın gözü. Şaşı olmuşuz.
Hep ikilikten konuşuyoruz. Bir kavgadır gidiyor ne uğruna olduğu belli olmayan.
İnsan insanı kaybediyor. Komşuyu komşuya nerdeyse vâris kılan bir dinin
hayattan ne kadar çekildiğinin işareti bu.
Dünyanın kendimizden ibaret olduğu sanan bizim kuşak için, yol çok
uzun görünüyor hocam. Bizden farklı olana tahammül edemiyoruz.
Burada şunu da söylemek gerekiyor. Bugün ne olduğu tam anlaşılamayan
bir “hoşgörü” anlayışı konuşuluyor. Bahsettiğimiz kesinlikle böyle bir şey
değil. Gerçi hoş görmek kavramını da doğru anlamıyoruz. İtibar et, dikkatle
bak, demek. “Hoşca bak zatına kim zübde-i alemsin sen”... Yoksa, din kimsenin
yukardan bakmasını caiz görmez.
Tâc-ı Kubbe, üstat Sezai Karakoç’a ithaf edilmiş. Son olarak bu
ithaf ve bu kitap gönlünüze nasıl düştü desem?
Tâc-ı Kubbe, gönlüme ilk düştüğünde, düşündüm ki Allâh’ın kulun gönlüne indirdiği aslını arama sevdası her asırda her nefeste özge bir Rahmaniyette görünmüş. Bu asırda da görünüversin. Şunu da demek istedim: Mevlânâ Hazret, Şems diye diye Mevlâ’yı bulmadı. Allâh, Şemsi o gönle sevgili kılarak herşeyi Şems’i gördüğü gibi görmeyi öğretti. Varlıktaki tevhidi öğretti. Yetmişiki millete bir göz ile bakmayı öğretti. Bunları demek istedim. Eğer bizim nesil bugün hakikat üzerinde söyleşebiliyorsa, bunda Sezai Karakoç büyüğümüzün büyük emeği vardır. Şems ü Mevlânâ macerasının doğru okunmasında da rolü büyüktür. Kendisine Rahman Nefesini yaymada daha nice hayırlı bereketli nefesler nasip olsun inşallah.