09 Aralık 2016

15 Temmuz prut zaferine benzemesin

15 Temmuz'da bu milletin milyonlarca ferdi sokaklarda Allah ve melekleri tarafından işaretlendi! On milyonlarca insan evlerinden sokaklara, ölmeye karar vermiş olarak çıktı! Sıcak evlerine, gül yüzlü çocuklarına, gözlerinin sevinci olan eşlerine, seccadelerine -kim bilir belki- okunmuş ve okunmamış kitaplarına son kez bakarak, izzetle ölmek ya da ihaneti kahretmek için, akkordan bir eriyik hâline gelerek yollara aktılar. Bu yüzden evlerine dönerken, ellerinde evlatları için kazandıkları (şerefle, açık alınla, başları dimdik yaşayacakları) bir vatan ve gülümseyen bir istikbâl vardı.

İşte peygamberlerin, ayetlerin ve tarihin insana fısıldadığı hakikat yine tahakkuk etti; ancak mağaralarından ölmek için bir kez çıkabilenler,  bir sabah evlerine, alınlarında parıldayan haysiyet ışıltısıyla hür ve aziz insanlar olarak dönebilirler. O gece bu sırrı idrâk eden millet, Musa'nın ardından Kızıldeniz'e yürür gibi yürüdü! Ne Musa'yı aradı gözleri, ne âsayı! Bir kere arkasına baksa, bir an tereddüt etse taş kesileceğini bildi; Lût'un ardından gidiyormuşçasına yürüdü! Ne denizin yarılmasını bekledi ne de kıyıda Nuh'un gemisini! Sanki Muhammed'leri onları Bedir'e yürütüyordu! Arkalarından Tarık'ın tutuşturduğu gemilerin alevleriyle önlerini aydınlattılar ve melun düşmanın kat kat karanlığa sarılmış çehresini tanıdılar. Helikopter mermilerinin ve tankların üzerine, dişlerine kan değmiş yeleli kurtlar ve arslanlar gibi koştular. Al bayrağın hilali ve yıldızından cezbeye tutuldular, tekbirlerle kükrediler ve etten kurşunlar olup demir külçelere saplandılar.  Sonra bildiğimiz, bir de bizim bilmeyip Allah'ın bildiği nice düşmanın yüreğine korkudan bir kargı olup saplı kaldılar! Daha da onulmaz bir yara oldular içlerinde.

O gece yıllardır etrafımızda, yanı başımızda olan sıradan insanların veya en yakınımızdakilerin aslında hiç de sıradan kimseler olmadığını gördük. Ya da delice kahramanlığın ve cesaretin bu topraklarda hâlen ne kadar sıradan bir iş olduğunu…  Kardeşim Asım'ı sislerin ardından seyrettim.  TRT'de darbe bildirisi okununca bir an soldu ve Akif'in mısralarından çıkmış gibi dipdiri geri geldi. Ana caddeye çıkıncaya kadar, sokaklarda belirsizlik duygusu ve korkuyla bekleyen, evlerine yürüyen, camlardan bakan insanlara “bugün ölmeyecekseniz bundan sonra ne için yaşayacaksınız, çocuklarınızın yüzüne bakamayacaksınız” diye bağırışını, karşılaştığımız ilk polis grubunun karşısına “kimden yanasınız, kim için sokaktasınız” diye dikilmesini hep sisler arasından gördüm ve duydum. Bebekliğinde day day yaparken heyecanlanır, parmaklarımı tutan elleri ve dizleri titrerdi. On altı yaşında “adam olmaz derecede hayta Emin'in”  babası, oğlunu evde tutamadığını sanki onu ilk defa o gece tanıdığını, peşinden geldiği Saraçhane'de makineli tüfek tarrakaları arasında hayretle mi anlatıyordu iftiharla mı çözemedim? Kimsenin gözbebeklerinde zerre kadar korku ve kaygı yoktu. Aytmatov  “Gün olur asra bedel” demişti. İşin gerçeği o ki, milyonlarca insan için, “15 Temmuz gecesi sokağa çıkmış olmak”  yüzlerce yıllık bir ömürden daha kıymetli! Herhâlde hiçbiri o gece sokakta olmayı, neşe içinde geçecek üç yüz yıllık yeni bir hayatla değişmeyi kabul etmeyecektir. Allah bir gecede bu millete milyonlarca yürüyen şehit, milyonlarca gâzi bahşetti.

O gün kolektif akıl muhteşemdi; hiçbir kurmay zekâ -yıllarca tatbikatlar yapılsa bile- elleri çıplak bir halkla bu saldırıyı püskürtemez, böyle bir harekâtı yönetemezdi. Lider, eşine çok az rastlanacak asil bir cesaretle dimdik ayakta durdu; milletini ve ülkesini terk etmeyerek halkı meydanlara ve hava alanlarına davet etti. “Milletimizi illerimizin meydanlarına davet ediyorum ve milletçe meydanlarda, havalimanında toplanalım ve o azınlık grubu tanklarıyla, toplarıyla gelsinler, ne yapacaklarsa halka orada yapsınlar” çağrısını yapan cumhurbaşkanı, aslında milletinden bir tür pasif direniş istemiş oldu. Yani Mısır'da halkın denediği ancak rejim kuvvetlerinin vahşi bir katliam ve kıyım silsilesiyle kırarak bertaraf ettiği direniş biçimini… Bundan daha fazlasını o an itibariyle ne cumhurbaşkanı ne de gezegenimizde yaşayan başka bir fâni bekleyemezdi. Ancak hem halkın liderine bağlılık ve sevgisinin, hem de analiz etme, organizasyon ve hareket kabiliyetinin herkesin tahmin edebileceğinin çok üstünde olduğu görüldü. Millet, ordu millet adlandırmasını ne kadar hak ettiğini gösteren içgüdüsel bir akılla, böylesi bir tutumun meydanlara sıkıştırılacak kitleleri, alanlarda mahsur bırakabileceğini, akabinde gözü dönmüş düşman unsurlarının yoğun ateşiyle on binlerce, yüz binlerce şehit verilebileceğini gördü. Onları beklemedi; onları aradı ve burunlarını çıkardıkları her yerde buldu. Kurbanlık bir koyun ya da av olmayı kabul etmedi, avcı oldu.  Pasif direniş yerine taarruzu seçti.

Peki, devlet başkanlığı sarayı ve meclisi savaş uçaklarıyla bombalanan, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları esir edilen, polis ve asker özel kuvvetleri, Milli İstihbarat Teşkilatı havadan ve karadan ağır şekilde saldırıya mâruz kalan, askeri birlikleri ve garnizonları yarı yarıya işgale uğrayan, çok sayıda özel harekâtçısı öldürülen, şehirlerinde dolaşan mütearrız hava ve kara unsurlarıyla insanları katledilen bir ülke ne yapmalıydı? Elbette derhâl savaş ilân etmeli ve savaş hâli durumuna geçmeliydi. Bütün bunlar bir ülke için savaş sebebi sayılmayacaksa savaş sebebi ne olabilir?  Amerika 11 Eylül kurgusunu uygular uygulamaz savaş ilân etti. Düşman tanımlamasıyla manevra alanını daraltmadı; ülkem saldırıya uğradı, bu duruma karşı savaş hâline geçiyorum, ardında kimin iradesi, katkısı varsa düşmandır, ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız dedi. Türkiye kurgusal bir operasyona değil, hem kendi tarihinin hem de başka bir ülkenin başına gelebilecek en kapsamlı ve komplike bir saldırıya mâruz kaldı. Buna rağmen maalesef savaş ilan etmeyerek, hem içeride hem dışarıda kendi imkân ve hareket alanlarını oldukça daralttı. Şayet Türkiye 15/16 Temmuz'da savaş haline geçmiş olsaydı kaçırdıkları helikopterimizle Yunanistan'a sığınan darbeci- düşman unsurlar, üç-dört saat içinde oraya giden güvenlik birimlerimize teslim edilebilirdi. Nitekim Çipras'ın ilk açıklaması bu yönde olmasına rağmen, Türkiye'den şahısları teslim almaya güvenlik birimlerini göndermek yerine Dış İşleri Bakanlığı aracılığıyla “Adalet Bakanlığı Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Yunanistan ve Türkiye arasında yürürlükte olan "Suçluların İadesine Dair Sözleşme” dosyası yollama gibi abeslikler sâdır olunca, işin rengi değişti.  Hele “emir komuta içinde yapılmış bir darbe olmayıp kalkışmadır” şeklinde saç baş yolduran açıklamalar gerekçelere eklenince Yunanistan bizimle devletçilik oynamaya, güya kaçak yollardan ülkeye giren “adamları” yargılamaya başladı. Aynı husus A.B.D. karşısında FETÖ elebaşının iade talebi sürecinde de yaşandı. Bu süreci çok daha avantajlı yönetebilirdik. 15 Temmuz Türk Milleti'nin tüm dünyanın küresel örgütlü zorbalarına karşı kazandığı muhteşem bir zafer. Fakat bu zaferin heba edilen imkânlar bakımından gittikçe daha çok Prut Zaferi'yle benzeşmesinden endişe ediyorum. 16 Temmuz sabahı bu milletin kırmadığı, paramparça etmediği hiçbir pranga, kalmamıştı. Artık hiç kimse milletin boynuna yeniden bukağı takamazdı. Ama düşmanların anladığı ve karşısında dehşete düştüğü bu hakikati yazık ki biz göremedik.

Düşmanlarımıza;

İsterseniz bütün kilise çanlarını kıyamete kadar çalabilirsiniz. Büyük kartal ölmemiş!

 

Not: 10 Aralık Cumartesi Saat: 13.00 ‘de Bayrampaşa Belediyesi Kültür Merkezi'nde 15 Temmuz' u konuşacağız.