09 Ağustos 2021

​91'den Bugüne Jöntürk-Jönkürt ittifakı (1)

Yıl 1991 Ekim ayı, seçimler gerçekleşmiş ve 8 yıllık ANAP iktidarı, Mesut Yılmaz eliyle çöküşe geçmiş. Seçimlerde, Doğru Yol Partisi  %27 oy oranı ve 178 vekille 1. Parti,  ANAP ise %24 oy oranı ve 114 vekille 2. Parti, Sosyal Demokrat Halkçı Parti SHP ise, %21 oy oranı ve 88 vekille 3. Parti, Refah Partisi+MHP ve Millet Partisi ittifakı ise %16 ve 62 vekille 4. Parti, Ecevit’in DSP ise , %10’la 5. Parti olmuştu.

Kürtlerin partisi olarak bilinen Halkın Emek Partisi ise, seçimlerde SHP ile ittifaka girdiği için, aralarında Leyla Zana, Hatip Dicle ve Ahmet Türk gibi, siyasi hayatımızda kalıcı olacak çeşitli isimleri de meclise sokmayı başarmıştı. HEP, meclise grup kuracak sayıda 10 küsur milletvekili sokmayı başarmıştı.

Seçim sonuçları bir koalisyonu dayatıyordu. Tabii olarak, o zamanki DYP’nin Genel Başkanı olan ve 6 defa gidip, 7 defa gelen Süleyman Demirel, koalisyon hükümetini kuracak kişi olacaktı. Hükümeti, Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile kurdu, tabii bu hükümet kurulmadan önce HEP milletvekilleri SHP’den ayrılarak kendi partilerine geçti.

Türkiye, bir yandan terörist PKK baskınları, öte yandan Batıcı laik rejimin dindarlar ve Kürtlere karşı gerçekleştirdiği baskılarla kıvranıyordu. 12 Eylül’den miras kalan işkence düzeni daha da yayılıyor, yavaş yavaş faili meçhul cinayetler serisi başlıyordu. JİTEM’ler, çeteler ve mafya uyuşturucu koalisyonu büyümeye başlamıştı.

İşte bu dönemde, yani seçimlerden hemen sonra, yeni bir “İslam medeniyeti” fikir sistemi olan Büyük Doğu-İBDA camiası adına çıkan, o zamanki Taraf dergisinde Ankara muhabiri olarak Meclisi su yolu yapmıştım. HEP’den, RP’den, MHP’den DYP’den ve SHP’den bir çok vekille temasa geçip röportajlar, sohbetler gerçekleştirdim. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ndan tutun da, rahmetli Melik Fırat, Hüsamettin Korkutata, Hatip Dicle, Leyla Zana, Nizamettin Toğuç, Salman Kaya, Kazım Ataoğlu, Nahit Menteşe, Eyüp Âşık, Abdulkerim Zilan, Zeki Ergezen, Yasin Hatiboğlu vs. her kesimden birçok vekille, hem dostluk kurdum, hem de röportajlar gerçekleştirdim.

Tabii olarak bütün dikkatler HEP’li vekillerin üzerindeydi. Ne yapacaklardı? Nasıl bir siyaset geliştireceklerdi?

Rejimin baskın karakteri bunlar üzerinde kendini nasıl gösterecekti? Nasıl göstereceği hemen belli oldu zaten: Meclisteki yemin töreninde, Leyla Zana Kürtlerin benimsediği “sarı, kırmızı ve yeşil” bir kurdela ile kürsüye çıkmış ve Türkçe başladığı yemini Kürtçe ''Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum'' cümlesiyle tamamlaması nedeniyle meclis salonunda tepkiyle karşılaşmıştı.

İşte o günden sonra, Türkiye üzerine bir karabasan gibi çökmüş olan Jöntürk laik-seküler batıcı zihniyet, Müslüman Türkü, Müslüman Kürde düşman etmek için elinden gelen her türlü komplo ve siyaseti uyguladı. Bunda tabii ki yalnız değillerdi. Karşılarında muhatab olarak, batıcı Jönkürtler de vardı. Jöntürkler o zamanlar çok güçlü oldukları için, Jönkürtlerle iktidarı paylaşmaya pek niyetli değillerdi doğrusu. Bu iki “Jön” arasındaki batıcı mantaliteli iktidar kavgası, tabandaki Müslüman Türk ve Müslüman Kürd halkına bir kan gölü ve gözyaşı ırmakları olarak dönecekti.

Türkiye’yi “irtica”ya, yani çoğunluğu oluşturan Müslüman Anadolu halkına teslim etmeyeceklerini söyleyip duran Jöntürkler, en dindar Müslüman kesim olan Kürdlerin aşağılanmasında, batıcı Jönkürtlerle ittifak halindeydiler. İslama karşı düşmanlıklarında hep beraberdiler, tıpkı bugün olduğu gibi.

Ancak o zamanlar, her şey birbirine karıştığı, devleti elegeçirmiş olan batıcı-laik kesim,   kendini halktan bugünkü kadar soyutlamadığı, yani halkçı gösteren bir maske takındığı için, “Bütün Kürdler bölücü terörist”, bütün Müslümanlar ise “vatan haini” propagandası almış başını gidiyordu.

Güneydoğu yani, Anadolu’nun Müslüman toprakları, işkencelerden, faili meçhul cinayetlerden, insanların kaçırılmasından geçilmiyordu. Peki öteki Türkiye nasıldı? Başta çoğunluğu oluşturan dindar halk, burnundan soluyor, en ufak bir hakkını almak için itiraz eden, karakollarda dayaktan geçiriliyordu.

Bugün, Jöntürkerle kolkola olan Liberaller, o zamanlar, 2. Cumhuriyetçi adıyla biliniyor ve hem Kürtler, hem de İslamî camiayla yan yana görünüyordu.

Rejim, Kürdleri bir iç savaşa düşürmek için, PKK ve Hizbullaçı hareket içerisinden devşirdiği kimi insanları paravan olarak kullanıyordu. Bunlar, sabah bir PKK’lı, öğleden sonra ise bir Hizbullahçıyı aynı silahla katlediyordu.

Rejimin işkencesi, insanları ister istemez, PKK’nın kendilerini savunduğu noktasına itiyordu. Aslında, PKK’nın zihniyet itibarıyla, Seküler-Batıcı rejimden pek bir farkı yoktu, o da Jönkürttü. Zaten bu sebeple, batıdan destek görüyorlardı. Kürd halkı, bir yandan Jöntürk zihniyetindeki işkence ve yargısız infaz timlerinin hâkim olmaya başladığı Jitem, emniyet; diğer yandan ise terörist PKK arasında sıkılmış kalmış, o an hangisi daha güçlü ise, ona yanaşmak zorunda kalmaktaydı, çünkü işin ucunda can vermek vardı.

Batıcı Kemalist düzen, Doğu’daki Müslüman Kürdü, terör örgütü PKK’yı desteklememesi için havadan, “sen Müslümansın, bunlar dinsiz” yazan ve üzerinde Kur’ân-ı Kerim’den ayetler bulunan bildiriler atarak kendi tarafına çekmeye çalışırken, Batı’da ise, bu bildirilerdeki “hayatı yaşamaya” çalışan Müslümanları işkenceden geçirerek, hayatı zehir ediyordu.

İşte böyle iç karartıcı bir manzaranın yaşandığı bu yıllarda, Kürdleri temsilen vekil olarak, mecliste bulunan Leyla Zana, Hatip Dicle ve Nizamettin Toğuç’la bir gazeteci olarak iletişime geçtim. 

Leyla Zana, o zamanlar zirveye çıkmış olan başörtüsü zulmüne karşı düzenlemeye çalıştığımız “Uluslararası başörtüsü Platformu”na gönülden destek verdi. ODTÜ’lü başörtülü kızlarla samimi sohbetler gerçekleştirdi.

Dicle ve Toğuç’la bir çok özel sohbetim oldu. Her ikisine de, PKK-KCK’nın bugün Müslüman Kürd halkı üzerinde estirdiği terörü sanki o zamanlar görmüş gibi şu soruyu sordum:

Sayın Toğuç, siz bir medrese imamısınız. Biliyorsunuz PKK, KUKM (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi) 5 ayrı fraksiyondan oluşan bir yapılanma. Bunların çoğu da laik-sosyalist. Kürt halkının ezici çoğunluğu ise Müslüman. Farzedelim ki, yarın başardınız. Peki Kürtlere nasıl bir düzen vaad ediyorsunuz? Laik ve sosyalist bir düzen mi? Burada halk nasıl yaşacak? Bütün kavga laiklik içinse, ne gerek var bunca savaşa? Laik rejim zaten 70 yıldır hepimizi eziyor. Kürtler şimdi bir de laik PKK’nın zulmünü mü yaşayacak, yıllarca?

Nizamettin Toğuç, meclisteki odasında kendisine sorduğum bu soruya karşılık, belindeki silahı göstererek, “hele o gün bir gelsin, hepsinin…. ğız, Allah’ın izniyle” dedi. (aynı Toğuç bugün Avrupa’da, kendisine ve Müslüman Kürtleri zulümle inleten Jöntürklerle beraber, milletin iktidarına karşı mücadele ediyor.)

Aynı soruyu Hatip Dicle’ye de sordum. Kendisi, Said-i Nursi Hz.’lerine bağlı yurtlarda (bugünkü Fetullahçı Ajan yapılanma FETÖ yurtlarıyla karıştırmayın) kalmış, yani Müslüman, dindar Kürd halkının havasını teneffüs etmişti. Biliyorsunuz; PKK, KUKM (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi) 5 ayrı fraksiyondan oluşan bir yapılanma. Bunların çoğu da laik-sosyalist. Kürt halkının ezici çoğunluğu ise Müslüman. Farzedelim ki yarın başardınız. Peki, bir düzen kurulacak? Laik ve sosyalist bir düzen mi? Burada halk nasıl yaşacak? Bütün kavga laiklik içinse, ne gerek var bunca savaşa? Laik rejim zaten 70 yıldır hepimizi eziyor. Kürtler şimdi bir de laik PKK’nın zulmünü mü yaşayacak yıllarca?

Dicle, sadece sustu, hiçbir tepki vermedi.. Ama bundan 2 sene sonra, DEP Genel Başkanı olduğunda, Ekim 93’te kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bir röportajda, Partideki laik kanada olan öfkesini öyle bir kustu ki, biz edebimizden bu kısmı yayınlamadık.

Özal’lı yılların sonuna doğru hadiseler böyle yaşandı. Özal öldürülmeden önce, ekibiyle beraber, Kürd meselesini milli bir mesele olarak görüp, bunun ancak, yabancı bir gücün işe karıştırılmadan, bu topraklarda çözülebileceğini anladı ve   çözmekte ne kadar ısrarlı olduğu çabalarıyla gösterdi. Nitekim, Küresel çete ve Haçlı-Siyonist güçler, 1993’te kendisini ve ekibini katlederek, ortadan kaldırdı. Önce Eşref Bitlis, Adnan Kahveci, Uğur Mumcu, sonra Özal en sonunda ise Bahtiyar Aydın ve ekibi suikasta kurban gitti. 93 yılı Nisan ayında,  Bingöl’de 33 er, sürmekte olan ateşkesi bozmak için bile bile katliama gönderildi.

Mütefekkir ve aksiyon adamı şehid Salih Mirzabeyoğlu’nun yıllar önce söylediği gibi, bu ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöreklenmiş olan 3 bin aile, Batıcı-işbirlikçi Jöntürk-Jönkürt ittifakı; altta kurbanlık koyun gibi Kürd-Türk mazlum halk katledilirken, yukarıda  uyuşturucu kaçakçılığı başta olmak üzere, bir çok yasadışı işlerden milyarlarca dolar kazanmaya devam etti. İçinde bulunduğumuz hakikati şöyle özetliyordu Mirzabeyoğlu 24 yıl önce:  Kemâlizm ve Kürt meselesi, meselenin kendine mahsus şartları gözönünde tutulmak üzere, Kemâlizm ve Türk meselesinden ayrı değildir… Cumhuriyet tarihi boyunca yüzde 99'u ile baskı altında tutulan ve binlercesi hapis, işkence ve ölüm cezasına çarptırılan Türk ve Kürt müslüman halk madde ve mânâda törpülenirken, Türk ve Kürt şövenistleri ve solcuları, doğrudan veya dolaylı biçimde resmî ideolojinin âleti mevkiinde değil miydi?.. İslâmcı kesim, "devlet-rejim-düzen"in ne olduğunu bilmezlik içinde Kemâlizm'e gûyâ düşmanken âlet oldu ve oluyor ya; buna mukabil İslâm düşmanı -umumiyetle sol- çevreler de, gûyâ rejimi değiştirme kavgası yapma adına, rejimin İslâmî kesimi sindirme, saptırma ve kullanma adına geliştirdiği fikir ve hareketlere âlet ve destek olmuşlardır...  Üstelik Yavuz Sultan Selim ve Ulu Hakan Abdülhamit Han, Kemalist rejim adına kalem yürütenlerin "Kürtlere yüz verdi, Kürtçülük şuuru bunlarla uyandı!" diye buğz ettikleri iki isimdir... Aynen, "Kürtlere yüz verdiler!" derler; "Kürt diye diye, bu Türkleri ayrı kavim zannettirdiler (S.Mirzabeyoğlu; Adımlar, 84’den,96’ya. İBDA Yayınları,1997, s:130-184)

90’lı yıllardaki toplum zihniyeti 3 aşağı, 5 yukarı böyleydi denilebilir.

93 yılında, yani Kürd meselesini çözmeye azimli Özal ve ekibi tasfiye edildikten sonra, tekrar ipi eli geçiren JönTürk-Jönkürt koalisyonu, uyuşturucu piyasasında, PKK’yı destekleyen Behçet Cantürk ve diğer Kürtleri kanlı bir şekilde tasfiye ederek, yerine kendi ekibini getirdi. 96 Susurluk kazasına kadar, bu işin başını çeken işkenceci bu ekip, Susurluk kazasının, laik ve sol kesimler tarafından, Refah-Yol hükümetini devirmek için bir propaganda unsuru olarak kullanılmasıyla birlikte pazarlarını,  o zamanın en büyük medya imparatorlarından birine kaptırdı. Uzun süredir, İsviçre’de yaşamakta olan Kilisli uyuşturucu baronu Berber Yaşar, Refah-Yol hükümetinin düşürüldüğü ve AnaSol hükümetinin başa geçtiği 97-98 yılları arasında, Türkiye’den Avrupa’ya giden uyuşturucu piyasasının (tabii ki, PKK üretimiydi) tek hâkimi oldu.

RefahYol hükümeti, iktidara gelir gelmez, Kürd meselesine el atmaya çalıştı. Daha hükümet oluşunun ilk aylarında, PKK tarafından kaçırılan askerleri kurtarmak için RP Van milletvekili Fetullah Erbaş bizzat PKK kamplarına gidip, askerleri sağ salim getirdi. RefahYol hükümeti, tıpkı bugünkü AK Parti hükümeti gibi, ekonomiden, siyaset, Kürd meselesinden, dindarların haklarına bir çok meseleye el atmaya çalıştı ama gelin görün ki, Türkiye tarihinde görülmemiş bir şekilde, her ay bir gensoruya maruz kaldı. Yetmedi, ABD-İsrail destekli ve İslam düşmanı 28 Şubatçı çetelerin hücumlarına daha fazla dayanamadı ve hükümeti bırakmak zorunda kaldı.

99 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen seçimlerde Refah Partisinden milletvekili olan Merve Kavakçı, başörtülü olarak yemin etmeye, meclis kürsüsüne çıktığında, bu rejimin has adamlarından Bülent Ecevit’in hakaretine maruz kaldı. Yani, Kemalist-Batıcı düzen,  Müslüman Kürtlere olan hıncını, bu sefer Müslüman Türklere kusmuştu.

Bu rejimin karakterini Yazar Mahmut Çetin şu 3 cümleyle özetler: İslam Düşmanı, Osmanlı düşmanı ve Türk- Anadolu düşmanı. Anadolu deyince tabii, Türkünden  Kürdüne, Çerkesinden Boşnağına büyük bir millet akla gelir. İstisnasız bütün Jöntürkler ve Jönkürtler, bu saydıklarımızın esaslı düşmanıdırlar.

Yine Rahmetli Melik Fırat’ın sık sık ifade ettiği gibi, “Bu millet ne çekiyorsa, ‘Dönme”lerden çekiyor. Türkün, Kürdün, Yahudinin, Ermeninin, Rumun dönmesinden”

99 Yılı Şubat ayına kadar geçen sürede, 93 yılının bahar ayları hariç, Türkiye, kanlı bir süreç yaşadı. Binlerce Mehmetçik, kanlı PKK saldırılarında hayatını kaybetti. Binlerce masum Kürd, işkencelerde, yargısız infazlarda hayatını kaybetti. Küresel güçler ve onların yerli işbirlikçileri, ne askerin mücadeleyi kazanmasına izin veriyor ve ne de PKK’nın tasfiye olmasına izin veriyordu. Onlar için bu kardeş kavgası sürmeli ve Türkiye içerisinde çıkarılacak bir kardeş kavgasıyla Türkiye bölünmeliydi. Bölünerek kurulacağı söylenen  Suni Kürdistan’da, İsrail güdümlü, laik-sosyalist bir rejim, yüzde 90’ı Sünni Müslüman olan Kürd halkına hayatı zehir edecekti. (Tıpkı bugün, Rojova’da, Ayn-el Arap-Kobani’de, vs. olduğu gibi)

99 Yılı Şubat ayında, ABD emperyalizmi, bölgede kendisine engel teşkil ettiği gerekçesiyle ve idam edilmemek şartıyla, PKK lideri Öcalan’ı Kenya’da Türkiye’ye teslim etti.

Sol tabanlı Kürt hareketi için tam bir çöküş yaşanmıştı. Batılı dostları büyük bir ihanette bulunmuşlardı. Öcalan, bu durumu daha uçaktayken anladı ve Türkiye’deki hâkim güçlere, birlikte çalışmayı tavsiye etti. Onun bu sözlerini kimi kesimler inandırıcı bulmazken, kimi kesimler inandırıcı buldu.

Bunlardan bir tanesi de, 2013 yılı yaz Ağustos ayında, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat eden, Türkeş’in, Mehmet Ağca’nın ve Sarp Kuray’ın avukatlarından Doğan Yıldırım Bey oldu.

Rahmetli Doğan Bey, Öcalan’ı daha TV’de görür görmez, iş ortağı ve 10 yıl önce (92-93) “Barış” için yürüyerek Türkiye’ye gelip, teslim olmuş eski bir PKK’lı gruptan olan (adını hatırlamıyorum) arkadaşına, “ Ben Öcalan’ın avukatlığını üstlenmek istiyorum, ne gerekiyorsa yap!” demişti. Doğan Bey, vakit kaybetmeden hemen, zamanın Başbakan Yardımcısı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile görüşmüş ve Öcalan’ın sözlerinde samimi olduğunu, onunla işbirliğine gidildiği takdirde, Kürd meselesinin çözülebileceğini, böylece emperyalizmin Türkiye üzerindeki oyunlarına son verilebileceğini anlatmıştı. Bahçeli ise, bu teklife, soğuk cevap vermiş, ve böyle bir şeye inanmadığını ifade etmişti. Oysa, aynı yıllarda, nice Batıcı iş çevresi ve General takımı, Öcalan’a, “militanların hepsi sınırdan çıkmasın, 500 tanesi sınırların içinde kalsın ki, belki lâzım olur” diyebiliyordu.

PKK 1999-2002 yılları arasında ateşkes ilan etmişti. Türkiye’den, çözüm için bir muhatap bekleniyordu. Ama ekonomik krizle boğuşan, iç siyaseti karmakarışık ve yaklaşan Irak işgaliyle, ABD ile papaz olma durumuna gelmiş bir ülke olarak, bu cesareti gösterebilecek durumda değildi.

2003 yılı Türkiye için, sonradan anlaşılacağı üzere, tarihi bir dönüm noktası oldu.

Devam edecek…