91'den Bugüne Jöntürk-Jönkürt ittifakı (1)
Yıl 1991 Ekim ayı, seçimler gerçekleşmiş ve 8 yıllık ANAP iktidarı, Mesut Yılmaz eliyle çöküşe geçmiş. Seçimlerde, Doğru Yol Partisi %27 oy oranı ve 178 vekille 1. Parti, ANAP ise %24 oy oranı ve 114 vekille 2. Parti, Sosyal Demokrat Halkçı Parti SHP ise, %21 oy oranı ve 88 vekille 3. Parti, Refah Partisi+MHP ve Millet Partisi ittifakı ise %16 ve 62 vekille 4. Parti, Ecevit’in DSP ise , %10’la 5. Parti olmuştu.
Kürtlerin partisi olarak bilinen Halkın Emek Partisi ise,
seçimlerde SHP ile ittifaka girdiği için, aralarında Leyla Zana, Hatip Dicle ve
Ahmet Türk gibi, siyasi hayatımızda kalıcı olacak çeşitli isimleri de meclise
sokmayı başarmıştı. HEP, meclise grup kuracak sayıda 10 küsur milletvekili
sokmayı başarmıştı.
Seçim sonuçları bir koalisyonu dayatıyordu. Tabii olarak,
o zamanki DYP’nin Genel Başkanı olan ve 6 defa gidip, 7 defa gelen Süleyman
Demirel, koalisyon hükümetini kuracak kişi olacaktı. Hükümeti, Erdal İnönü
liderliğindeki SHP ile kurdu, tabii bu hükümet kurulmadan önce HEP
milletvekilleri SHP’den ayrılarak kendi partilerine geçti.
Türkiye, bir yandan terörist PKK baskınları, öte yandan
Batıcı laik rejimin dindarlar ve Kürtlere karşı gerçekleştirdiği baskılarla
kıvranıyordu. 12 Eylül’den miras kalan işkence düzeni daha da yayılıyor, yavaş
yavaş faili meçhul cinayetler serisi başlıyordu. JİTEM’ler, çeteler ve mafya
uyuşturucu koalisyonu büyümeye başlamıştı.
İşte bu dönemde, yani seçimlerden hemen sonra, yeni bir
“İslam medeniyeti” fikir sistemi olan Büyük Doğu-İBDA camiası adına çıkan, o
zamanki Taraf dergisinde Ankara muhabiri olarak Meclisi su yolu yapmıştım.
HEP’den, RP’den, MHP’den DYP’den ve SHP’den bir çok vekille temasa geçip
röportajlar, sohbetler gerçekleştirdim. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ndan tutun
da, rahmetli Melik Fırat, Hüsamettin Korkutata, Hatip Dicle, Leyla Zana,
Nizamettin Toğuç, Salman Kaya, Kazım Ataoğlu, Nahit Menteşe, Eyüp Âşık,
Abdulkerim Zilan, Zeki Ergezen, Yasin Hatiboğlu vs. her kesimden birçok
vekille, hem dostluk kurdum, hem de röportajlar gerçekleştirdim.
Tabii olarak bütün dikkatler HEP’li vekillerin
üzerindeydi. Ne yapacaklardı? Nasıl bir siyaset geliştireceklerdi?
Rejimin baskın karakteri bunlar üzerinde kendini nasıl
gösterecekti? Nasıl göstereceği hemen belli oldu zaten: Meclisteki yemin
töreninde, Leyla Zana Kürtlerin benimsediği “sarı, kırmızı ve yeşil” bir
kurdela ile kürsüye çıkmış ve Türkçe başladığı yemini Kürtçe ''Bu yemini Türk ve Kürt halklarının
kardeşliği adına ediyorum'' cümlesiyle tamamlaması nedeniyle meclis
salonunda tepkiyle karşılaşmıştı.
İşte o günden sonra, Türkiye üzerine bir
karabasan gibi çökmüş olan Jöntürk laik-seküler batıcı zihniyet, Müslüman
Türkü, Müslüman Kürde düşman etmek için elinden gelen her türlü komplo ve
siyaseti uyguladı. Bunda tabii ki yalnız değillerdi. Karşılarında muhatab olarak,
batıcı Jönkürtler de vardı. Jöntürkler o zamanlar çok güçlü oldukları için,
Jönkürtlerle iktidarı paylaşmaya pek niyetli değillerdi doğrusu. Bu iki “Jön” arasındaki batıcı mantaliteli
iktidar kavgası, tabandaki Müslüman Türk ve Müslüman Kürd halkına bir kan gölü
ve gözyaşı ırmakları olarak dönecekti.
Türkiye’yi “irtica”ya, yani çoğunluğu oluşturan Müslüman Anadolu
halkına teslim etmeyeceklerini söyleyip duran Jöntürkler, en dindar Müslüman
kesim olan Kürdlerin aşağılanmasında, batıcı Jönkürtlerle ittifak
halindeydiler. İslama karşı düşmanlıklarında hep beraberdiler, tıpkı bugün
olduğu gibi.
Ancak o zamanlar, her şey birbirine
karıştığı, devleti elegeçirmiş olan batıcı-laik kesim, kendini halktan bugünkü kadar soyutlamadığı,
yani halkçı gösteren bir maske takındığı için, “Bütün Kürdler bölücü terörist”, bütün Müslümanlar ise “vatan haini”
propagandası almış başını gidiyordu.
Güneydoğu yani, Anadolu’nun Müslüman
toprakları, işkencelerden, faili meçhul cinayetlerden, insanların
kaçırılmasından geçilmiyordu. Peki öteki Türkiye nasıldı? Başta çoğunluğu
oluşturan dindar halk, burnundan soluyor, en ufak bir hakkını almak için itiraz
eden, karakollarda dayaktan geçiriliyordu.
Bugün, Jöntürkerle kolkola olan Liberaller,
o zamanlar, 2. Cumhuriyetçi adıyla biliniyor ve hem Kürtler, hem de İslamî
camiayla yan yana görünüyordu.
Rejim, Kürdleri bir iç savaşa düşürmek
için, PKK ve Hizbullaçı hareket içerisinden devşirdiği kimi insanları paravan
olarak kullanıyordu. Bunlar, sabah bir PKK’lı, öğleden sonra ise bir
Hizbullahçıyı aynı silahla katlediyordu.
Rejimin işkencesi, insanları ister istemez, PKK’nın kendilerini
savunduğu noktasına itiyordu. Aslında, PKK’nın zihniyet itibarıyla,
Seküler-Batıcı rejimden pek bir farkı yoktu, o da Jönkürttü. Zaten bu sebeple, batıdan destek görüyorlardı. Kürd halkı, bir
yandan Jöntürk zihniyetindeki işkence ve yargısız infaz timlerinin hâkim olmaya
başladığı Jitem, emniyet; diğer yandan ise terörist PKK arasında sıkılmış
kalmış, o an hangisi daha güçlü ise, ona yanaşmak zorunda kalmaktaydı, çünkü
işin ucunda can vermek vardı.
Batıcı Kemalist düzen, Doğu’daki Müslüman
Kürdü, terör örgütü PKK’yı desteklememesi için havadan, “sen Müslümansın,
bunlar dinsiz” yazan ve üzerinde Kur’ân-ı Kerim’den ayetler bulunan bildiriler
atarak kendi tarafına çekmeye çalışırken,
Batı’da ise, bu bildirilerdeki “hayatı yaşamaya” çalışan Müslümanları
işkenceden geçirerek, hayatı zehir ediyordu.
İşte böyle iç karartıcı bir manzaranın
yaşandığı bu yıllarda, Kürdleri temsilen vekil olarak, mecliste bulunan Leyla
Zana, Hatip Dicle ve Nizamettin Toğuç’la bir gazeteci olarak iletişime
geçtim.
Leyla Zana, o zamanlar zirveye çıkmış olan
başörtüsü zulmüne karşı düzenlemeye çalıştığımız “Uluslararası başörtüsü
Platformu”na gönülden destek verdi. ODTÜ’lü başörtülü kızlarla samimi sohbetler
gerçekleştirdi.
Dicle ve Toğuç’la bir çok özel sohbetim oldu. Her ikisine de,
PKK-KCK’nın bugün Müslüman Kürd halkı üzerinde estirdiği terörü sanki o
zamanlar görmüş gibi şu soruyu sordum:
Sayın Toğuç, siz bir medrese imamısınız. Biliyorsunuz
PKK, KUKM (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi) 5 ayrı fraksiyondan oluşan bir
yapılanma. Bunların çoğu da laik-sosyalist. Kürt halkının ezici çoğunluğu ise
Müslüman. Farzedelim ki, yarın başardınız. Peki Kürtlere nasıl bir düzen vaad
ediyorsunuz? Laik ve sosyalist bir düzen mi? Burada halk nasıl yaşacak? Bütün
kavga laiklik içinse, ne gerek var bunca savaşa? Laik rejim zaten 70 yıldır
hepimizi eziyor. Kürtler şimdi bir de
laik PKK’nın zulmünü mü yaşayacak, yıllarca?
Nizamettin Toğuç, meclisteki odasında kendisine sorduğum
bu soruya karşılık, belindeki silahı göstererek, “hele o gün bir gelsin,
hepsinin…. ğız, Allah’ın izniyle” dedi. (aynı Toğuç bugün Avrupa’da, kendisine
ve Müslüman Kürtleri zulümle inleten Jöntürklerle beraber, milletin iktidarına
karşı mücadele ediyor.)
Aynı soruyu Hatip Dicle’ye de sordum. Kendisi, Said-i
Nursi Hz.’lerine bağlı yurtlarda (bugünkü Fetullahçı Ajan yapılanma FETÖ
yurtlarıyla karıştırmayın) kalmış, yani Müslüman, dindar Kürd halkının havasını
teneffüs etmişti. Biliyorsunuz; PKK, KUKM (Kürdistan Ulusal Kurtuluş
Mücadelesi) 5 ayrı fraksiyondan oluşan bir yapılanma. Bunların çoğu da
laik-sosyalist. Kürt halkının ezici çoğunluğu ise Müslüman. Farzedelim ki yarın başardınız. Peki,
bir düzen kurulacak? Laik ve sosyalist bir düzen mi? Burada halk nasıl yaşacak?
Bütün kavga laiklik içinse, ne gerek var bunca savaşa? Laik rejim zaten 70
yıldır hepimizi eziyor. Kürtler şimdi bir de laik PKK’nın zulmünü mü yaşayacak
yıllarca?
Dicle, sadece sustu, hiçbir tepki vermedi.. Ama bundan 2
sene sonra, DEP Genel Başkanı olduğunda, Ekim
93’te kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bir röportajda, Partideki laik kanada olan
öfkesini öyle bir kustu ki, biz edebimizden bu kısmı yayınlamadık.
Özal’lı yılların sonuna doğru hadiseler böyle yaşandı.
Özal öldürülmeden önce, ekibiyle beraber, Kürd meselesini milli bir mesele
olarak görüp, bunun ancak, yabancı bir gücün işe karıştırılmadan, bu
topraklarda çözülebileceğini anladı ve
çözmekte ne kadar ısrarlı olduğu çabalarıyla gösterdi. Nitekim, Küresel
çete ve Haçlı-Siyonist güçler, 1993’te kendisini ve ekibini katlederek, ortadan
kaldırdı. Önce Eşref Bitlis, Adnan Kahveci, Uğur Mumcu, sonra Özal en sonunda
ise Bahtiyar Aydın ve ekibi suikasta kurban gitti. 93 yılı Nisan ayında, Bingöl’de 33 er, sürmekte olan ateşkesi
bozmak için bile bile katliama gönderildi.
Mütefekkir
ve aksiyon adamı şehid Salih Mirzabeyoğlu’nun yıllar önce söylediği gibi, bu
ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöreklenmiş olan 3 bin aile,
Batıcı-işbirlikçi Jöntürk-Jönkürt ittifakı; altta kurbanlık koyun gibi
Kürd-Türk mazlum halk katledilirken,
yukarıda uyuşturucu kaçakçılığı başta
olmak üzere, bir çok yasadışı işlerden milyarlarca dolar kazanmaya devam etti.
İçinde bulunduğumuz hakikati şöyle özetliyordu Mirzabeyoğlu 24 yıl önce: Kemâlizm ve Kürt
meselesi, meselenin kendine mahsus şartları gözönünde tutulmak üzere, Kemâlizm
ve Türk meselesinden ayrı değildir… Cumhuriyet tarihi
boyunca yüzde 99'u ile baskı altında tutulan ve binlercesi hapis, işkence ve
ölüm cezasına çarptırılan Türk ve Kürt müslüman halk madde ve mânâda
törpülenirken, Türk ve Kürt şövenistleri ve solcuları, doğrudan veya dolaylı
biçimde resmî ideolojinin âleti mevkiinde değil miydi?.. İslâmcı kesim,
"devlet-rejim-düzen"in ne olduğunu bilmezlik içinde Kemâlizm'e gûyâ
düşmanken âlet oldu ve oluyor ya; buna mukabil İslâm düşmanı -umumiyetle sol-
çevreler de, gûyâ rejimi değiştirme kavgası yapma adına, rejimin İslâmî kesimi
sindirme, saptırma ve kullanma adına geliştirdiği fikir ve hareketlere âlet ve
destek olmuşlardır... Üstelik
Yavuz Sultan Selim ve Ulu Hakan Abdülhamit Han, Kemalist rejim adına kalem
yürütenlerin "Kürtlere yüz verdi, Kürtçülük şuuru bunlarla uyandı!"
diye buğz ettikleri iki isimdir... Aynen, "Kürtlere yüz verdiler!"
derler; "Kürt diye diye, bu Türkleri ayrı kavim zannettirdiler
(S.Mirzabeyoğlu; Adımlar, 84’den,96’ya. İBDA Yayınları,1997, s:130-184)
90’lı yıllardaki toplum zihniyeti 3 aşağı, 5
yukarı böyleydi denilebilir.
93 yılında, yani Kürd meselesini çözmeye
azimli Özal ve ekibi tasfiye edildikten sonra, tekrar ipi eli geçiren
JönTürk-Jönkürt koalisyonu, uyuşturucu piyasasında,
PKK’yı destekleyen Behçet Cantürk ve diğer Kürtleri kanlı bir şekilde tasfiye
ederek, yerine kendi ekibini getirdi. 96 Susurluk kazasına kadar, bu işin
başını çeken işkenceci bu ekip,
Susurluk kazasının, laik ve sol kesimler tarafından, Refah-Yol hükümetini
devirmek için bir propaganda unsuru olarak kullanılmasıyla birlikte
pazarlarını, o zamanın en büyük medya
imparatorlarından birine kaptırdı. Uzun süredir, İsviçre’de yaşamakta
olan Kilisli uyuşturucu baronu Berber Yaşar, Refah-Yol hükümetinin düşürüldüğü
ve AnaSol hükümetinin başa geçtiği 97-98 yılları arasında, Türkiye’den
Avrupa’ya giden uyuşturucu piyasasının (tabii ki, PKK üretimiydi) tek hâkimi
oldu.
RefahYol hükümeti, iktidara gelir gelmez,
Kürd meselesine el atmaya çalıştı. Daha hükümet oluşunun ilk aylarında, PKK
tarafından kaçırılan askerleri kurtarmak için RP Van milletvekili Fetullah
Erbaş bizzat PKK kamplarına gidip, askerleri sağ salim getirdi. RefahYol
hükümeti, tıpkı bugünkü AK Parti hükümeti gibi, ekonomiden, siyaset, Kürd
meselesinden, dindarların haklarına bir çok meseleye el atmaya çalıştı ama
gelin görün ki, Türkiye tarihinde görülmemiş bir şekilde, her ay bir gensoruya
maruz kaldı. Yetmedi, ABD-İsrail destekli ve İslam düşmanı 28 Şubatçı çetelerin
hücumlarına daha fazla dayanamadı ve hükümeti bırakmak zorunda kaldı.
99 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen
seçimlerde Refah Partisinden milletvekili olan Merve Kavakçı, başörtülü olarak
yemin etmeye, meclis kürsüsüne çıktığında, bu rejimin has adamlarından Bülent
Ecevit’in hakaretine maruz kaldı. Yani, Kemalist-Batıcı düzen, Müslüman Kürtlere olan hıncını, bu sefer
Müslüman Türklere kusmuştu.
Bu rejimin karakterini Yazar Mahmut Çetin şu 3 cümleyle özetler:
İslam Düşmanı, Osmanlı düşmanı ve Türk- Anadolu düşmanı. Anadolu deyince tabii,
Türkünden Kürdüne, Çerkesinden Boşnağına
büyük bir millet akla gelir. İstisnasız bütün Jöntürkler ve Jönkürtler, bu
saydıklarımızın esaslı düşmanıdırlar.
Yine
Rahmetli Melik Fırat’ın sık sık ifade ettiği gibi, “Bu millet ne çekiyorsa,
‘Dönme”lerden çekiyor. Türkün, Kürdün, Yahudinin, Ermeninin, Rumun dönmesinden”
99 Yılı Şubat ayına kadar geçen sürede, 93
yılının bahar ayları hariç, Türkiye, kanlı bir süreç yaşadı. Binlerce
Mehmetçik, kanlı PKK saldırılarında hayatını kaybetti. Binlerce masum Kürd,
işkencelerde, yargısız infazlarda hayatını kaybetti. Küresel güçler ve onların yerli
işbirlikçileri, ne askerin mücadeleyi kazanmasına izin veriyor ve ne de PKK’nın
tasfiye olmasına izin veriyordu. Onlar için bu kardeş kavgası sürmeli ve
Türkiye içerisinde çıkarılacak bir kardeş kavgasıyla Türkiye bölünmeliydi. Bölünerek
kurulacağı söylenen Suni Kürdistan’da,
İsrail güdümlü, laik-sosyalist bir rejim, yüzde 90’ı Sünni Müslüman olan Kürd
halkına hayatı zehir edecekti. (Tıpkı bugün, Rojova’da, Ayn-el Arap-Kobani’de,
vs. olduğu gibi)
99 Yılı Şubat ayında, ABD emperyalizmi,
bölgede kendisine engel teşkil ettiği gerekçesiyle ve idam edilmemek şartıyla,
PKK lideri Öcalan’ı Kenya’da Türkiye’ye teslim etti.
Sol tabanlı Kürt hareketi için tam bir çöküş
yaşanmıştı. Batılı dostları büyük bir ihanette bulunmuşlardı. Öcalan, bu durumu
daha uçaktayken anladı ve Türkiye’deki hâkim güçlere, birlikte çalışmayı
tavsiye etti. Onun bu sözlerini kimi kesimler inandırıcı bulmazken, kimi
kesimler inandırıcı buldu.
Bunlardan bir tanesi de, 2013 yılı yaz
Ağustos ayında, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat eden,
Türkeş’in, Mehmet Ağca’nın ve Sarp Kuray’ın avukatlarından Doğan Yıldırım Bey
oldu.
Rahmetli Doğan Bey, Öcalan’ı daha TV’de görür
görmez, iş ortağı ve 10 yıl önce (92-93) “Barış” için yürüyerek Türkiye’ye
gelip, teslim olmuş eski bir PKK’lı gruptan olan (adını hatırlamıyorum)
arkadaşına, “ Ben Öcalan’ın avukatlığını üstlenmek istiyorum, ne gerekiyorsa
yap!” demişti. Doğan Bey, vakit kaybetmeden hemen, zamanın Başbakan Yardımcısı
ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile görüşmüş ve Öcalan’ın sözlerinde samimi
olduğunu, onunla işbirliğine gidildiği takdirde, Kürd meselesinin çözülebileceğini,
böylece emperyalizmin Türkiye üzerindeki oyunlarına son verilebileceğini
anlatmıştı. Bahçeli ise, bu teklife, soğuk cevap vermiş, ve böyle bir şeye
inanmadığını ifade etmişti. Oysa, aynı yıllarda, nice Batıcı iş çevresi ve
General takımı, Öcalan’a, “militanların hepsi sınırdan çıkmasın, 500 tanesi
sınırların içinde kalsın ki, belki lâzım olur” diyebiliyordu.
PKK 1999-2002 yılları arasında ateşkes ilan
etmişti. Türkiye’den, çözüm için bir muhatap bekleniyordu. Ama ekonomik krizle
boğuşan, iç siyaseti karmakarışık ve yaklaşan Irak işgaliyle, ABD ile papaz
olma durumuna gelmiş bir ülke olarak, bu cesareti gösterebilecek durumda
değildi.
2003 yılı Türkiye için, sonradan anlaşılacağı
üzere, tarihi bir dönüm noktası oldu.
Devam
edecek…