26 Ekim 2016

AB’nin nihai hedefi (3)

Bizim insan hakları ve hatta demokratikleşme bakımından Kopenhag'a kadar uzanmamız şart değildir. Oradan almak istediğimiz her şey bizim inancımızda ve tarihimizde mevcuttur. Bununla beraber ihtiyacımız olan bu prensibleri kendi inancımız ve tarihimiz yerine Kopenhag'tan almamıza da bir mâni yoktur. Çünkü ilim ve hikmet Müslümanın kayıp malı gibidir.

Bizim “Kopenhag'larımız
Türkiye-AB münasebetlerinden doğacak şe'nî (reel) ve muhtemel faydalar:

Yukarıda da işaret etmiş olduğumuz gibi Avrupa, bazı hedefleri sâbit kalsa da usûl ve üslûp itibariyle dinamik ve değişken bir bünye arz etmektedir. Kaydettiği teknik terakkî karşısında mâneviyâtını onunla te'lif ederek ayakta tutamamış olmasına rağmen bazı insanî değerler itibariyle 19. asır Avru-pası'ndan birçok farklılıklar gösterdiği inkâr olunamaz. Bunların başında hümanist telakkîler ve insan haklarındaki iyileştirmelerle militarizmden uzaklaşmış bulunmaları gösterilebilir.
Bu bakımdan bugün Avrupa Birliği vesîlesiyle hukukî esaslar haline getirilmiş bulunan bu müsbet gelişme, "Kopenhag Kriterleri" ismiyle çiğnenmiş sakıza çevrildiği hâlde bunların muhtevâları üzerinde lâyıkıyla durulmamakta ve yalnız ünvan zikriyle iktifâ edilmektedir.

Nedir "Kopenhag Kriterleri" denilen esaslar? Sayılıp döküldüğü zaman bunların İslâm'da asırlardır bayraklaştırılmış temel umdeler oldukları görülür. Tatbikât, İslâm'ın öz kaynaklarından belli ölçüde uzaklaşılmış olduğu cihetle, bütün İslâm âleminden aykırı gözükse bile, sair semâvî kitaplar gibi Yüce Kur'an tahriften masun kalmış olmakla, bizim bunları esasen Kopenhag'tan gidip getirmemize lüzûm yoktur.

Bu keyfiyetin isbâtı için İslâm hukukundan bir tek misal zikretmekle iktifâ edelim. Kazuistik metodu benimsemiş, yani hukûkî ihtilaflara dair mesele mesele hüküm iktırân ettiren İslâm'a göre parkta bir çocuk bulunsa, bu çocuğun sahibi olduğu iddiasıyla iki kişi kadı huzurunda davalı duruma gelse, bunların biri Hristiyan biri Müslüman olsa, Hristiyan hür, Müslüman köle olsa, iddialarını isbat için gösterdikleri deliller de eşit bulunsa, kadı bu çocuğu hür olan Hristiyan'a verir. Yani o çocuğun hürriyetini, müstakbel imanına tercih eder.

Misaller çoğaltılabilir. Hatta bunlar böyle nazarî kaideler halinde değil, İslâm'ın iyi anlaşılıp doğru tatbik edildiği saadet devirlerinden de fiilî misallerle zenginleştirilebilir. Ama bu yazımızı hadd-i layığından fazla genişletmeye müncer olacağı için bu yola gitmiyoruz.

Sadece şunu söyleyelim ki, adâlet ve hakkaniyete uygun olan her fikir ve düşünceyi İslâm'da temel bir kaideye dayamak mümkündür.

Bu demektir ki, bizim insan hakları ve hatta demokratikleşme bakımından Kopenhag'a kadar uzanmamız şart değildir. Oradan almak istediğimiz her şey bizim inancımızda ve tarihimizde mevcuttur.

Bununla beraber ihtiyacımız olan bu prensibleri kendi inancımız ve tarihimiz yerine Kopenhag'tan almamıza da bir mâni yoktur. Çünkü ilim ve hikmet Müslümanın kayıp malı gibidir. Onu nerede bulursa oradan alması da meşrûdur.

Türkiye'yi idare edenler, ülkemizde bu istikâmette yapageldikleri değişiklikler için batılılara şirin görünmek yerine bunları milletimiz layık olduğu için gerçekleştirmeye çalıştıklarını söylemektedirler. Bu beyân doğru olmasa bile makbûlümüzüdür.

Ancak düşünmek gerektir ki, bu noktada melhuz olan fayda, AB'ye giriş ânına kadar vârid olabilecektir. Ondan sonra ise yukarıda bir kaçına temas ettiğimiz öyle zararlar husule gelecektir ki, burada mevzubahs olan faydaları o zararlar karşısında küçümsemek mecburiyetinde kalacağız.

Gerçek bu olduğu halde şunu da söylemeliyiz ki, batı âlemi bizi kendi bünyesine almaktaki yukarıda maruz istifâdelerine rağmen kabul etmeyeceklerdir. Biz de böylece kabûlümüz uğrunda atmış bulunduğumuz İnsanî ve demokratik adımları kâr hânemizde muhâfaza etmiş olacağız.

Burada böyle kısaca ifade ettiğimiz bu "alınmama keyfiyeti"nin birkaç sebebine kısaca temas edelim:
• Yahudinin "Arz-ı Mev'ud" davasına bağlı olan keyfiyet. Avrupa siyâsî eşhasının kâhir ekseriyeti, Yahudi güdümlü olduğundan son sözü bunların söyleyeceğinden şüphe etmemelidir. Onlar şimdi pek fazla seslerini çıkarmıyorlarsa, ön planda görülen başka engeller sebebiyledir. Onlardan biri de şudur:

• Türkiye'de yaşayan takriben 10-15 milyon civarındaki işsiz insan.
Bunlar nüfus kağıdıyla seyahat imkânını elde ederlerse, evveliyetle Almanya ve Fransa'ya gideceklerdir. Bu ülkelerin her birinde takriben dörder milyon işsiz mevcuttur. Bunlara bir bu kadar daha yenisinin eklenmesini arzu etmezler. Zirâ bu sûretle yer değiştirecek olan insanlara bu ülkelerde ya iş verilmesi, veyahut da işsizlik parası ödenmesi AB'nin kabul ettiği temel insânî haklardan biridir. Bütün üyeler için mevzubahs olan bu durumdan Türkleri istisnâ, çifte standart teşkil edeceği için bu yola başvuramazlar.

• Türkiye'de askerlerin memleket idaresindeki mahdud müessiriyetini de kabul edemiyor, bunu bertaraf etmek veyahut da en asgarî seviyeye indirmek istiyorlar. Türkiye'nin kendi realiteleri muvâcehesinde bu noktada verilebilecek tâviz mahduddur. Bu ise onları tatmin hususunda kifâyetli değildir.

Untitled-2_51
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik süreci, 1963 yılında Türkiye'nin
Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla
başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanmıştır.

Yukarıda başka vesîlelerle de ifade etmiş olduğumuz üzere aynen millî hâkimiyet sahasındaki daralma gibi bu noktadaki geriye adım atma imkânları da her ülkede aynı değildir. Bu bakımdan Türkiye'nin realiteleriyle batı ülkelerinin realiteleri şimdiki hâlde bu noktada farklılık arz ettiğinden onların bu yönden tatmini mümkün olmayacaktır. Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, elde edilebileninden de vazgeçmek gerekmediği husûsundaki mantık kâidesi burada da cârî olmakla beraber, binnetice durum onların kabulüne bağlı bulunduğu cihetle AB'yle Türkiye'nin çoktan beri bir îmân prensibi hâlinde benimsenmiş bulunan kaynaşması mümkün olmayacaktır.

Yukarıdan beri sayıp dökülen sebepler dolayısıyla Türkiye için AB'ye girmenin imkânsızlığı Kıbrıs'ta başka bir veçhe arz etmektedir. Orada da Türkiye'nin bir parçası demek olan KKTC'nin mevcudiyetine rağmen, onu bünyelerine ithalde bir beis görmemekte, hatta bu hususta Türkiye'ye karşı vâkî olduğu gibi bahaneler ileri sürmek yerine hâhişkâr, yani ziyâde istekli görünmektedirler.