VF kat sol
VF kat sağ

23 Ekim 2016

AB’nin nihai hedefi

"Amerika, coğrafi kopukluğu ve biraz da münâkale (ulaşım) vasıtalarının kifayetsizliği sebebiyle ayrı bir âlem tenkil ediyordu. "Eski Dünya" denilen Avrupa, Asya ve Afrika'daki ihtilaflara karışmıyordu. Böyle bir hare ket ilk defa ve nısbî bir surette 1914-18 Birinci Cihan Harbi esnasında vâki olmuştur. Kerhen vâkî olan bu alâka ”AIman Harbi" de denilen İkinci Cihan Harbi esnasında fiilen, mutlak ve gönüllü bir surette gerçekleşmiş ve bu devlet, o tarihten itibaren âlemşümul bir siyaset takibini kendisi için âdetâ bir varlık sebebi saymaya başlamıştır.

Bu durum, onu -gelişen ekonomisinin de desteğiyle- "nâzım-ı âlem" mevkiine yükseltmiştir. Tıpkı daha evvelki asırlarda "Roma" ve "Osmanlı'nın yaptığı gibi kendini cihanşümul bir irade sahibi görmeye başlamıştır.

Böylece biri "Rusya", diğeri de "Amerika Birleşik Devletleri" olmak üzere iki kutuplu bir Dünya ortaya çıkmış ve bunlar arasında uzun süren bir "soğuk harb" dönemi yaşanmıştır, Köklü bir medeniyetin sahibi olduğu idrak ve iddiasındaki Avrupa kendisini, kültür itibariyle istıhfâf eylediği bu iki süper gücün kıskacında hissetmiş ve bundan kurtuluş çareleri aramaya yönelmiştir.

1963

1963 saldırıları sırasında gazete için baskı melzemesi diye yutturulmaya çalaşılan Rum silahları

Gerçekten Amerika'yı köksüz ve günübirlik bir zihniyetin zebûnu addeden Avrupalılar, Rusya'yı da hem Hıristiyanlıktaki itizal yolu kabul edilen Ortodoksluk ve hem de kaba, haşin Rus karakteri sebebiyle istihfâf ediyor ve bunların her ikisinin de Dünyaya karşı vâkî olan tahakkümünden de rahatsızlık duyuyordu.

Bu psikolojik faktöre, bir de cihan Siyonizm'i ve Yahudilerin Amerika'daki hâkimiyetlerine duyulan nefreti eklemek lâzımdır. Bununsa ehemmiyeti aşikârdır. Zira Siyonizm, "İslâm Hilâfeti"ni yıktıkları sonra, husûmetini birinci derecede Katolik Dünyasına ve onun başı "Papalık" makâmına tevcih etmişti. Bu husûmetin su yüzüne çıkan belli başlı birçok tezâhürü varsa da, bunlar arasında “Yehova Şahitliği" birinci derecede ehemmiyete hâizdir.

İslâm Hilâfetini yıkmak, İslâmiyet'in beynelmilel bir güç olmasını bertaraf etmek maksadına bağlı idi. Bu, Filistin'e yerleşmek arzusundaki Yahudi için önüne çıkan ilk engel olduğundan, evveliyetle gerçekleştirilmiştir. Yoksa Yahudilerin, Katolikliğe husûmeti İslâmiyet'e karşı olandan daha az değildi. Katolikler de beynelmilel bir güç olmaları hasebiyle Yahudilerin nihâî gayesi için bir engel ve rakîb teşkil etmekte idi. Ki, hâlen de öyledir.

yn

Yunan generali Plastirasın adadaki Rumlar tarafından karşılanması

Bu gerçekten gâfil olmayan Papalık makâmı beynelmilel (international) bir güç olarak devam edebilmenin çarelerini aramış ve bunun için "siyâsî bir bütünleşme' zahirî görmüştür. Ancak asırlardır birbiriyle dalaşmış olan Hıristiyanların, bir tek siyâsî varlık haline getirilmesindeki güçlük dikkate alınarak, bunun iktisâdi mevzulardan başlatılması ve belli bir zaman periyodu içinde tedricen gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Bu maksadla atılan ilk adım 1952 tarihli “Demir-Çelik ve Kömür Birliği''dir. Bundan iyi neticeler alınınca bilâhare "Gümrük Birliği" demek olan "Avrupa Ortak Pazarı"na geçilmiş ve merhale merhale ilerlenerek bugünkü "Avrupa Birliği" safhasına intikâl edilmiştir.

Biz bundan otuz küsur sene evvel, hareket henüz "Avrupa Ortak Pazarı" merhalesindeyken, bu nihâî gayeye dikkati çekmiş ve bundan Türkiye için vâkî olabilecek muhtemel ve müstakbel tehlikelere çeşitli vesilelerle işaret etmiştik.

Şu gün kabulü güç bir gerçek olarak söyleyelim ki, o zamanlar pek çok kimseyi bu hareketin bugünkü nihâî safhaya intikal edeceği hususunda ikna etmek bile mümkün görünmüyor ve böyleleri hareketi sırf bir "iktisâdî faaliyet" olarak telakki ediyordu. Bunun için hareketin ismi dahî böyle yanılmalara sebeb olabiliyordu. Bilindiği üzere Avrupa Birliği'nin bir evvelki ismi, "Avrupa Ekonomik Topluluğu"dur. Nasıl siyâsî gaye, bu unvanla belli bir müddet setredilmişse, Avrupa Birliği unvanı da böyle bir setr, yani örtüdür. Zira "Avrupa" coğrâfî bir İsimdir. Bu coğrafyaya dâhil olmayan Kıbrıs'ı buraya kabul etmek arzusu şu unvanla kâbil-i izah mıdır? Mesela, bu gün süratli bir Hristiyanlaştırmaya sahne olan Uzakdoğu'daki Kore'de bu hareket belli bir noktaya ulaştıktan sonra Kore'yi de Avrupa Birliği'ne almak isteyeceklerinden şüphe edilemez. Böyle aykırı ve göze batan hareketler, bunlara karşı vâkî olacak reaksiyonları göğüsleyecek bir güce ulaşılmadıkça elbette alenileşmez. Ancak bu hareketin varlık sebebi olan ana gaye dikkate alındığında bunun zaman içinde daha ne şekiller gösterebileceğini tahmin etmek güç değildir.

Bu temel esasların ışığında bir de bugün "Avrupa Birliği" denilen bu hareketin geleceği üzerinde bir nebze durmak isteriz.

AB'nin geleceği var mı?

Hepsi Hristiyan olsa da Avrupa devletlerini birleştirip tek bir siyâsi vâkıa hâline getirmek, NATO benzeri herhangi bir pakt suretiyle olsaydı, bunun -icab ve ihtiyaçlar muvacehesinde- uzun ömürlü olabileceğini söyleyebilirdik. Halbuki böyle olmayıp da bu devletleri parası, bayrağı, kanunları ilh… aynı olan bir siyâsî vâkıa hâline getirmek, hem târihî gerçekler önünde ve hem de bugünkü şe'nî (reel) durumlar muvacehesinde çok sıhhatli görünmemektedir. Mesela Almanya ve Fransa'nın bu Birlikte kaynaşması acaba ne derecede ve ne müddetle mümkün olabilecektir? Bunu güçleştiren tarihî ve kültürel sebepler yazımızı gereğinden fazla uzatacağı İçin bundan sarf ı nazar ediyoruz. Ancak İngiltere'nin bu Birlik içinde müşterek para ve kanunları kabul etmemek yönündeki ihtirâzî talepleri dikkate alındığında Avrupa Birliği'nin daha doğum ânında sancılı olduğunu kabul etmek gerekir.

Diğer taraftan hem ekonomik ve hem de ideolojik bir mâhiyet arz eden Avrupa Birliği'nin Amerika ve dolayısıyla Yahudiye karşı olan mahiyeti itibariyle yakın bir gelecekte bu İki gücün ilkah edeceği birtakım çalkantılara sahne olmasını önlemek kâbil görünmemektedir. Daha şimdiden ilk kurucu Katoliklerin yanına, halkı kısmen Katolik ve kısmen de Protestan olan devletlerin kabul edilmesine ilâveten, Yunanistan gibi Katoliklerce merdûd addedilen Ortodoksluğa mensup ülkelerin kabul edilmesi bir duvarda beliren ilk çatlaklar mesabesindedir. Amerika ve İngiltere tarafından Türkiye'nin de bu Birliğe dâhil edilmesi yolundaki telkin ve gayretler hep bu çatlağı büyütmek maksadıyla kâbil-i izahtır. Yani cihan Siyonizm'i, kuruluşuna engel olamadığı bu Birliği, içinden ifsad ederek onun temel gayesini sulandırmaya çalışmaktadır. Bu maksad, aşağıda Türkiye-AB münasebetleri izah edilirken biraz daha şerh edilecektir.

Şu günkü görünüşüyle başlangıçtaki saf "Katoliklik" maksadı, içinde her türlü mezhebi barındıran bir Hristiyanlığa inkılab etmiş bulunmaktadır. Bu kabuk çatlatma ve değişim daha da devam edecek ve böylece o, varlık sebebi olan dînî ve iktisâdı gayeler arasında bir tercih yapabilmek için bir yol ayırımına gelecektir. Ve hiç şüphesiz Yahudi'nin ilkah edeceği tesirlerle ekonomi başa geçecek ve bu da iki koçun kafa kafaya gelmesi nev'inden, onu Yahudi enternasyonal gücüyle çatışmaya icbar edecektir. Yahudi'nin Avrupa Devletleri üzerinde bu rolü oynayabilmesi de masonluk sayesinde çok mümkün ve muhtemeldir. Zira Avrupa devletlerinin üst düzey siyâsî kadrolarının kâhir ekseriyetle mason olduklarından şüphe edilemez. Bunlarsa locadan gelen emri dinlememenin kendileri için ne büyük bir felaket olacağını gayet iyi bilirler.

AB'nin karşılaşması muhtemel bu tehlikeyi Yahudiler hesabına daha haklı ve gerekli kılacak bir faktör de bu birlikle Almanya'nın başı çekmekte olmasıdır. İki Almanya birleşirken, o zamanki İngiltere başbakanı Thatcher'in muhalefeti ve “Avrupa'da üçüncü bir "Alman reich'ı görmek istemiyoruz” tarzındaki beyanıdır. Hatırlamakta fayda vardır ki, Thatcher kızlığında Hıristiyanlığa geçmiş eski bir Yahudidir. Bundan dolayı bu söz, bir | şuuraltı baskısının eseri kabul edilmelidir. İki Almanya'nın birleşmesine ilâveten Ortak Pazar'ın finansal merkezi olarak Frankfurt'un temayüz etmekte olması ve Alman siyâsîlerinde yeniden, eski emperyalist emellerin uyanması Yahudi tarafından hoş görülmesi imkânsız bir gelişmedir. Bunun çeşitli reaksiyonlarından biri de gizli Yahudi planlarıyla Alman nüfusunu yıllık bir milyondan ziyâde eksilmeye mâruz bırakılmasıdır. Yahudilerin bu karşıtlığı, Türkiye'nin nihâî bir safhada Avrupa Birliği'ne dâhil olmasını önlemeye müsaid bir keyfiyettir ki, biraz aşağıda tafsilatıyla izah edilecektir.

1774 Kaynarca antlaşmasıyla ilk defa büyük ölçüde arazi kaybeden Osmanlı Devleti'nde, münevver dimağlarda kendi inanç ve medeniyetinin mükemmelliğinden bir şüphe filizlenmeye başlamıştı. O güne kadar "üstünlük duygusu (superiority complex)" sahibi olan Türkler, bu şüphenin gitgide filizlenmesiyle belli bir müddet sonra "aşağılık duygusu (infiriority complex) a kapılmışlar ve kendi orijinal hayat üsluplarını batıdaki mukabilleriyle tedbil etmek meyline kapılmışlardır. Bu temâyülün siyaset ve idare arenasında ilk tezahür şekli "Tanzîmât"tır. 1839 yılında ilan olunan Tanzîmât Fer-manı'yla superiority complex'ten vazgeçilmiş ve bundan böyle gitgide gelişecek olan bir "Batı hayranlığı", münevver kadroları büyük ölçüde, âdeta salgın bir paranoya hâlinde istilâ ettiği görülmüştür.

Ne yazıktır ki, aslında yanlış olan batı âlemi karşısındaki bu tavrın en dehşet verici yönü, Batıyı ilim ve teknik itibariyle asgarî yüz sene geriden takip etmiş olmaktır. Mesela yirminci asır hidâyetindeki mutlak teslimiyetin incelenmesi hâlinde taklid edilenin "on dokuzuncu asır materyalist Avrupası" olduğu görülür. Bu yanlışın hâlâ devam etmekte olduğunu söylemek de mümkündür. Batı geçen asırda yaşadığı iki canhıraş, âlemşümul muhârebenln (Birinci ve İkinci Cihan Harpleri) tesirine ilâveten kaydedilen teknik terakkî karşısında din ve mâneviyâtını onunla te'lif ederek ayakta tutamamanın husûle getirdiği imânî, ahlâkî ve içtimâî buhranlarından kurtulmak için mâneviyâta dönüş çareleri aramakta bulunduğu hâlde, Türk yarı jfnûnevv6r- . leri bu gelişmeyi görememiş, batı efkârı diye hâlâ materyalist telakkilerin takipçisi olmakta, Freud'larla, Darwin'lerle Marks'larla genç dimağları idlâl etmeye devam etmiştir. Bir Bergson'un Türkiye'de revaç bulmamış olması, ancak bu sakîm tutumla izah edilebilir. Her ne hâl işe, olan olmuş ve Türkiye batıyı âzâd kabul etmez bir köle sadâkatiyle takip yoluna girmiştir. Bu yolun sonu, bugün gele gele Avrupa Birliği'ne geIip çatmıştır Şimdi bu safhada biraz da Avrupa'yı doğru anlamanın bu doğru anlayıştan sonra onunla siyâsî bir tek vâkıa hâlinde kaynaşmanın doğru olup olmayacağı üzerinde duralım

Türkiye-AB münasebetlerinden doğacak muhtemel zararlar

Türkiye-AB münasebetlerinden giriş giriş vetiresi (süreci) boyunca bazı faydalar husûle gelecektir ki, bunlar aşağıda kısaca tâdâd edilecektir Ancak Türkiye'nin AB'ye girmesi hâlinde bu faydalarla dengelenmesi imkânsız derecede pek büyük zararlar da husûle gelecektir ki, bunların başında Ermeni meselesinin müstakbelde alacağı şekil zikredilebilir.

Ermeni Meselesi: Tarih boyunca ülkemizde büyük bir refah, huzur ve hürriyet atmosferi içinde yaşamış bulunan Ermeniler, Rusya'nın İskenderun'dan Akdeniz'e inmek emeline alet olarak "teb'a-yı sâdıka”lıktan çıkıp, ihânet yoluna sapmış olmalarıyla ortaya çıkmış olan ermeni meselesinin mahiyeti ve gelişmesi safhaları üzerinde duracak değiliz. Bunlar saded haricidir.

Bununla beraber şu kadarını söyleyelim ki, tarihte olmuş bitmiş ve küllenmiş bir hâdise olan ermeni meselesinde Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı bir anlaşmayla "Avrupa Ortak Pazarı"na yirmi senelik bir giriş vetiresi (süreçi) sonunda, girme karan almasıyla yeni bir şekil almıştır. Zira bu hareket, Ermenilere davalarını nihâî bir safhaya intikal ettirebilmek için bir ümid kapısı aralamıştır. O da şudur: AB'ye müncer olan anlaşma ve kararların ilki 1956 yılında Roma'da imzalanmış olduğundan "Roma Anlaşması" diye meşhur olagelmiştir. Bu anlaşmanın üçüncü maddesinin c fıkrası, "mülkiyet edinme bakımından iştirakçi devletlerin teb'alarına aynen vatandaşlık hukukunda olduğu gibi bir hak" bahşetmektedir. Bu demektir ki, bu Birliğe dâhil olan devletlerin teb'aları birbirlerinin ülkelerinde diledikleri şekilde mülkiyet ve ikâmet hakkı elde edebileceklerdir. Bu durum, Avrupa Devletleri için bir mahzur teşkil etmemektedir. Zira ekonomik durumları aşağı yukarı birbirine eşit olduğu cihetle topluluğa dâhil devletler arasında bir nüfus yer değişimi muhtemel değildir. Ancak Türkiye böyle değildir. Bugün bir Türk, parası varsa Londra'da veya Paris'te veya Almanya'nın herhangi bir yerinde vatandaş olmaksızın dilediği mülkü alabilir. Onların bundan korkusu yoktur. Çünkü bu, fiiliyatta da, Türk halkının fakirliği sebebiyle bir tehlike arz etmez. Hâlbuki Türkiye'de vatandaş olmayan bir kimsenin mülk alması çeşitli mahzurları sebebiyle tahdid edilmiş ve bakanlar kurulunun iznine tabi tutulmuştur. Özal döneminde sermâye celbi için Araplara bu istikâmette tanınmış olan hakkın bilâhare Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildiği mâlumdur.

Ermeniler, Roma anlaşmasının zikrettiğimiz maddesine istinâden İskenderun'dan Ağrı dağına kadar uzanan sahayı Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişinden sonra satın almayı planlamış ve bunun için hazırlıklarını ikmâl etmiş, pusuda beklemektedirler.