ABD ve Nato'nun Afganistan stratejisi (3)
Afganistan tarihi süreç içerisinde sürekli olarak çatışmaların, savaşların ve işgallerin hüküm sürdüğü bir ülke olarak var olmuştur.
Barındırdığı birçok etnik kökenin yanı
sıra zorlayıcı coğrafi yapısı ve konumu, yeraltı zenginlikleri, geçmiş
medeniyetlerden kalan tarihi ve arkeolojik zenginliği, ideolojik farklılıklar
ve özellikle de dış etkenler ülkede istikrarlı bir yapının kurulamamasına sebep
olmuştur.
İkbal in Asya’nın kalbi dediği
Afganistan’ın istikrara kavuşamaması Küresel mekanizmanın Asya ekseninde
bölgeye yerleşmesini ve uzak doğuya yönelik emperyal uygulamaları kolaylaştıracak
bir zemin hazırlayacaktır.
Taliban etkisinin Afganistan da çözümü
daha bir karmaşık hale getirdiği yıllardır bilinen bir gerçektir.
Küresel stratejiye uygun olarak,
Taliban’ın bu süreçte Afganistan da tamamen kontrolü ele geçirmesi orta ve uzun
vadede bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracağı muhakkak.
Burada önemli olan, Küresel
mekanizmayı algılamak, Tarihin akış yönünü iyi tespit etmek ve ona göre
pozisyon alabilmektir.
ABD ve küresel mekanizma için Terör,
bir eylem biçimi, terörizm ise bir stratejidir.
Terör, büyük çaplı korku veren ve
kişilerde bıkkınlık oluşturan eylem durumunu oluştururken terörizm siyasi ve politik
amaçlar uğruna mevcut durumu illegal yollardan değiştirmek için sistemli ve sürekli
olarak terör faaliyetlerini kullanmak şeklinde ifade edilir.
Terör ve terörizm bahanesi ile
Afganistan’ı işgal eden ABD ye sormak lazım; yıllardır iddia ettiğiniz gibi
Taliban terörist ise neden bu devleti teröre teslim ettiniz, yok değillerse
neden 11 Eylül ü bahane ederek yıllarca bunca insanı katl ettiniz.
Küresel zeminde başlayan İslam eşittir
terör söylemi ve kampanyası İslamifobiyi besleyen bir zemin oluşturmuştur.
İslamofobinin yükselişe geçmesiyle
beraber bugün Asya’nın kalbi Afganistan’da yürürlüğe konulan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika merkezli dinsel
söyleme dayalı örgütler bu zeminin en önemli ayağıdır.
El Kaide’nin üstlendiği rol ve eylem biçimi
geçmişte yeni terör örgütlerinin doğmasına yol açarken, bazı örgütlerin de
terör eylemine başvurma motivasyonu kazanmalarına yol açmıştır.
DEAŞ ve El Kaidenin devamı olan
örgütler dini, kendi değerlerine göre çarpıtarak yorumlamakta, kuran
hükümlerini bağlamından koparıp yüzeysel, katı ve literal bir okuma yapmakta,
bunun sonucunda da kendi yorumlarını mutlak doğru olarak yansıtmakta,
böylelikle kendilerini meşrulaştırırken geriye kalan Müslüman kesimleri de
tekfir yoluna gitmektedirler.
Bu, İslam dünyası için ciddi bir
yıkıcı tehdit olduğu gibi İslamifobiyi besleyen önemli bir etkendir.
Küresel söylemde her ne kadar son dönemde
“İslami radikalleşme” den bahsedilse de, aslında radikalleşmenin “İslamileştiği”,
yani zaten mevcut olan radikalleşme sorununun İslami dile büründüğü
söylenebilir.
Radikalizm sonucu görülen çatışmalar
siyasi olsa da argümanlarının ve dillerinin “dinsel” olduğu, militanları
mobilize etmede bu dinsel argümanların kullanıldığı gerçeği ile karşı
karşıyayız.
Tarihte IRA’dan ETA’ya, ASALA’dan
DHKP-C’ye, El-Kaide’den Boko-Haram, El-Şebab ve DAEŞ’e pek çok örnek
radikalleşmenin tek bir fikri düzlemle açıklanamayacağı ve dolayısıyla tek bir
temel saike atfedilemeyeceğini göstermektedir.
Orta doğu ve Orta Asya’nın hem
ideolojik, hem etnik hem de dini referanslı radikalleşme ve şiddete varan
aşırıcılıkla muhatap durumu bu bölgeleri “çoklu radikalleşme”ye muhatap
kılmaktadır.
Bu çoklu radikalleşme önümüzdeki yüz
yılda dünya jeo ekonomosi ve zenginliğin kaynağı olmaya aday Orta Asya’yı
ortadoğulaştırma ve kaos üsleri oluşturma çabasıdır. Bu çabanın pratikte ortaya
çıkardığı lokal süreç Afganistanın lübnanlaştırılmasıdır.
Dünya Müslümanları İslam
coğrafyalarında artık ne ikinci bir Orta doğuyu ne de ikinci bir Lübnan’ı
yaşamamalıdır.
Vesselam.