23 Ağustos 2021

​ABD ve Nato'nun Afganistan stratejisi (3)

Afganistan tarihi süreç içerisinde sürekli olarak çatışmaların, savaşların ve işgallerin hüküm sürdüğü bir ülke olarak var olmuştur.

Barındırdığı birçok etnik kökenin yanı sıra zorlayıcı coğrafi yapısı ve konumu, yeraltı zenginlikleri, geçmiş medeniyetlerden kalan tarihi ve arkeolojik zenginliği, ideolojik farklılıklar ve özellikle de dış etkenler ülkede istikrarlı bir yapının kurulamamasına sebep olmuştur.

İkbal in Asya’nın kalbi dediği Afganistan’ın istikrara kavuşamaması Küresel mekanizmanın Asya ekseninde bölgeye yerleşmesini ve uzak doğuya yönelik emperyal uygulamaları kolaylaştıracak bir zemin hazırlayacaktır.

Taliban etkisinin Afganistan da çözümü daha bir karmaşık hale getirdiği yıllardır bilinen bir gerçektir.

Küresel stratejiye uygun olarak, Taliban’ın bu süreçte Afganistan da tamamen kontrolü ele geçirmesi orta ve uzun vadede bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracağı muhakkak.

Burada önemli olan, Küresel mekanizmayı algılamak, Tarihin akış yönünü iyi tespit etmek ve ona göre pozisyon alabilmektir.

ABD ve küresel mekanizma için Terör, bir eylem biçimi, terörizm ise bir stratejidir.

Terör, büyük çaplı korku veren ve kişilerde bıkkınlık oluşturan eylem durumunu oluştururken terörizm siyasi ve politik amaçlar uğruna mevcut durumu illegal yollardan değiştirmek için sistemli ve sürekli olarak terör faaliyetlerini kullanmak şeklinde ifade edilir.

Terör ve terörizm bahanesi ile Afganistan’ı işgal eden ABD ye sormak lazım; yıllardır iddia ettiğiniz gibi Taliban terörist ise neden bu devleti teröre teslim ettiniz, yok değillerse neden 11 Eylül ü bahane ederek yıllarca bunca insanı katl ettiniz.

Küresel zeminde başlayan İslam eşittir terör söylemi ve kampanyası İslamifobiyi besleyen bir zemin oluşturmuştur.

İslamofobinin yükselişe geçmesiyle beraber bugün Asya’nın kalbi Afganistan’da yürürlüğe konulan,  Ortadoğu ve Kuzey Afrika merkezli dinsel söyleme dayalı örgütler bu zeminin en önemli ayağıdır.

El Kaide’nin üstlendiği rol ve eylem biçimi geçmişte yeni terör örgütlerinin doğmasına yol açarken, bazı örgütlerin de terör eylemine başvurma motivasyonu kazanmalarına yol açmıştır.

DEAŞ ve El Kaidenin devamı olan örgütler dini, kendi değerlerine göre çarpıtarak yorumlamakta, kuran hükümlerini bağlamından koparıp yüzeysel, katı ve literal bir okuma yapmakta, bunun sonucunda da kendi yorumlarını mutlak doğru olarak yansıtmakta, böylelikle kendilerini meşrulaştırırken geriye kalan Müslüman kesimleri de tekfir yoluna gitmektedirler.

Bu, İslam dünyası için ciddi bir yıkıcı tehdit olduğu gibi İslamifobiyi besleyen önemli bir etkendir.

Küresel söylemde her ne kadar son dönemde “İslami radikalleşme” den bahsedilse de, aslında radikalleşmenin “İslamileştiği”, yani zaten mevcut olan radikalleşme sorununun İslami dile büründüğü söylenebilir.

Radikalizm sonucu görülen çatışmalar siyasi olsa da argümanlarının ve dillerinin “dinsel” olduğu, militanları mobilize etmede bu dinsel argümanların kullanıldığı gerçeği ile karşı karşıyayız.

Tarihte IRA’dan ETA’ya, ASALA’dan DHKP-C’ye, El-Kaide’den Boko-Haram, El-Şebab ve DAEŞ’e pek çok örnek radikalleşmenin tek bir fikri düzlemle açıklanamayacağı ve dolayısıyla tek bir temel saike atfedilemeyeceğini göstermektedir.

Orta doğu ve Orta Asya’nın hem ideolojik, hem etnik hem de dini referanslı radikalleşme ve şiddete varan aşırıcılıkla muhatap durumu bu bölgeleri “çoklu radikalleşme”ye muhatap kılmaktadır.

Bu çoklu radikalleşme önümüzdeki yüz yılda dünya jeo ekonomosi ve zenginliğin kaynağı olmaya aday Orta Asya’yı ortadoğulaştırma ve kaos üsleri oluşturma çabasıdır. Bu çabanın pratikte ortaya çıkardığı lokal süreç Afganistanın lübnanlaştırılmasıdır.

Dünya Müslümanları İslam coğrafyalarında artık ne ikinci bir Orta doğuyu ne de ikinci bir Lübnan’ı yaşamamalıdır.

Vesselam.