13 Nisan 2016

Açlık estetiği

Çocukluğumuzda birçoğumuz kalabalık ortamlarda bir şeyler yemememiz için uyarılırdık. Annelerimizin “evde ye öyle git” cümlesi hepimizin hafızalarındadır. Bu cümle hala değerler barındıran bir sosyal dokunun bünyesinden yükselen bir slogandı. Yediğimiz –ki yediğimiz en fazla bir elma ya da basit bir ekmek peynir dürümüydü- ne olursa olsun, o yediğimiz basitliğe ulaşamayacak her çocuk yüreği yıkılmaması gereken bir gönül eviydi. Tüm yoksunluklara rağmen statü simgemiz ihtişamlı eşyalarımız değil, yoksulluk ihtimalleri, elimizdeki basitliklere ulaşma zorlukları olan arkadaşlarımıza dair duyarlılığımızdı. Elimizdekinde kimsenin gözü kalmamalıydı! Elimizdeki ekmek parçası bir gönülü özleme boğmamalıydı!

Daha orta yaşlı bireyler haline bile gelmeden bu doku nasıl tam zıttı bir dönüşüm geçirdi anlamak imkânsız. Bunun için bilimum sosyal bilimciyi göreve çağırmak gerek, analiz edilmesi mümkün mertebe zorlu bir süreç. Elinde bir elma ile sokağa çıkmaya imtina eden çocukların bugün sosyal medya hesaplarında “ihtişamlı sofra sergileme” yarışına girmişliği hepimizin malumu. Bu gösteriş zavallılığının çeşitli sebepleri var ama ben kendi yorumumu aktarmak istiyorum. Nasıl dindarlık ahlaki vasıflar gösterme yeteneğini kaybedince kozmetik unsurlarla kendini ifaya azmediyorsa, medeniyette insani ve ruhi meziyetler gösterme kabiliyetini yitirdikçe haz ve meta merkezli unsurlarla kendini bedenleştiriyor. Bu halle dindarlık nasıl şekilsiz ve biçimsiz bir kültürsüzlük halini alıyorsa, medeniyette bu vechesiyle çarpık bir çapsızlığa dönüşüyor.

İkinci paragrafta verdiğimiz örnek bir insanın kendini ifade şekli olarak sınırlı alanıyla mazur görülebilir, sonuçta herkes ahlaki, kültürel ve zihni yetkinlikleri ile kendini ispat etmek zorunda değil. Bu yazının asıl konusu ellerindeki bütün teknik imkânlarla sanal bir kebapçı dükkanı haline gelmiş televizyon programları. Sabah kuşaklarındaki hanımlara yönelik yemek tarifleri bölümlerini saymıyorum çünkü o yemeklerin geneli ancak üst düzey usta aşçılar tarafından yapılabilecek yemekler ve o programların mevzubahis bölümleri basit bir mutfak gösterisi konumunda.

 

Asıl sorun akşam kuşaklarında yayınlanan ve milyonlarca kişinin izlediği ve ismi itibarı ile gezme-görme bültenleri olan bu programlarda genelde kuzu başına çökmüş birer popüler sunucuya rastlıyoruz. Bir yabancı bu programları izlese Anadolu'nun uçsuz bucaksız bir kuzu çiftliğinden başka bir şey olmadığını düşünecek. Program spontane, sunucu garip ve çocuksu tavırlarla ziyaret ettiği bölgenin şarkısı türküsü eşliğinde, karikatürize bir halle kuzunun pişmesini bekliyor ve ekran başında milyonların ağzı sulanmışken lokmaları löp löp mideye indiriyor. Sonrasında övmeler, övünmeler… Ufak tefek birçok sunucu gözlerimiz önünde ciddi kilo sorunları yaşayan talihsizlere dönüştüler; ama ne olursa olsun sonuçta memleketimizin lezzetlerini tattılar ve tatmaya devam ediyorlar.

Programları koordine eden genel yayın yönetmenleri ne kadar kaygı duyuyorlar bilmiyorum ama ben işi beslenme uzmanlığı olan bir vatandaş olarak utançtan başka bir şey duymuyorum. Bugün ülkemizde ortalama bir emekli maaşı ile ancak 20 kilo et alınabiliyor, diğer beslenme tiplerinde Türkiye'de bir bolluk söz konusu olsa da Türk kültürünün temel gıdalarından olan et fiyat konusundaki ciddiyetini koruyor. Şüphesiz ki o programları yapan a dan z ye bütün kadro da bizler gibi ellerinde ekmekle sokağa çıkarılmayan kültürün evlatları, lakin bu kültüre dair ciddiyetlerini ne kadar koruyorlar? O programların izlenme yoğunluğunun sebebi tabi ki izleyicilerin postmodern tutumu, ulaşılmayana karşı olan özlem! Nasıl genç kızlarımız ulaşamayacakları hayatlar sebebiyle, o hayatları tasvir eden dizilerin tiryakisiyse, Gezi-yemek programlarının tiryakileri de o kuzu sofralarının başına oturamayan insanlar. Bu insanların yavruları televizyon başında yutkunarak babalarının gözlerinin içine bakarken omzumuzdaki melekler ellerine kalemi alıyor olmasın? Yoksulların göz kalmasın diye camekânsız yapılan eski Osmanlı fırınlarının yerini bugün ihtişamlı tezgâhlar aldıysa hesabımız biraz zorlaşmayacak mı? “Göz hakkı” diye muhteşem bir tamlama üretmiş medeniyetimiz, bugün yutkunan çocukların boğazlarında kendilerine mezar yeri bulmuşsa, değerleri yeniden doğuracak ışıltılara nerede rastlayacağız?