09 Şubat 2017

Aliya’yla evet

Var olmanın en büyük gerekçesi, hikmete, irfanın esası hakikata yaslanmak yani metafizik ilkelerin coğrafya ve zaman üstünde yani tarihte tezahürü meselesidir. Ve evrende her şey aksiyle kaim ise eğer hakikatin muhalifi hurafedir. Yani ilkesizlik, düşünememek yani varlıkla bağını kopararak aklının ürettiği dar kalıplara her şeyi uydurma kakafonisi.

Aliya İzetbegoviç bir siyaset adamı ve lider olmanın ötesinde bilge bir irfan insanıydı. Sözleri hakikate yüzünü dönmek isteyenlerin kendisiyle buluşacağı tozsuz bir ayna gibi. “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için, gökyüzünün öğrencisi olmak lâzım.” “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.” kabilinden sözleri işte tamda bize olunası gerçeği gösterir. Bakan göz idrake,  işiten kulak anlamaya, konuşan dil bilmeye başlar. İnsan olmayı, Müslüman olmayı hülasa Türk olmayı güzel kılan sözler. Hakikatin tarihte mücessemleştiği zamanlar. 

Kendi varlığıyla hesaplaşan insanın ben neden buradayım muhasebesine girmesi menşe takibinden sonra meaşa yani hayata dair önemli bir mükellefiyet. Zira her insani rol bir sorumluluk kapısını aralar. Bir insan kendi kimlik kodlarını çözmeye başladığın ben kimim sorusu örneğin ben Müslümanım, ben Türküm gibi cevaplarla yeryüzündeki insan kadar çeşitlenerek cevabını bulur. Peki ya biz olmak?

Aliya burada modern bize sorular sorarak romantik kimlik kabulleri ötesinde bize sorumluluğu hatırlatır:  "Müslümanların hızla artan büyük nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz duyan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, akılımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız? Küçük ve kırılgan bir insanda bile insanlığa katkıda bulunabilecek büyük bir ruh bulunabilir. Gücümüz, bilimimiz, edebiyatımız nerede? Nerede buluşlarımız, küllî iyiliğe katkılarımız?" "Dünya üzerindeki Müslümanların vaziyetini düşündüğümde ilk sorum hep şu olur: Acaba hak ettiğimiz kaderi mi yaşıyoruz, acaba vaziyetimiz ve mağlubiyetlerimiz konusunda daima başkaları mı suçlu? Eğer biz suçluysak -ki ben böyle olduğu kanatindeyim- yapmamız gereken neyi yapmadık, yahut yapmamamız gereken neyi yaptık? Bana göre bunlar, bizim imrenilmeyecek vaziyetimizle ilgili iki kaçınılmaz sorudur." Biz bu sorular çerçevesinde neredeyiz? Kimiz? Külli iyilik kavramıyla yüzleşen kaç kişiyiz. Kaçınılamayacak bu sorular varlığımızın neliğine dair hayati sorular.

Müslümanın bu cümleden milletlerin kaderi modern zamanlarda mazlumiyet oldu. Bosna'da, Karabağ'da, Kafkaslarda, Ortadoğu'da, Filistin'de ve daha bir sürü yerde mazlumiyet dersini okuduk, okuyoruz. Bunun en kritik yanı ise tüm bu süreçler bizi bize unutturup içimizden bizi yaralayan zalimlere benzeyen birşeyler mi çıkardı, yoksa biz olarak sonsuz merhametin, hörmetin insanları olmakta ısrarcı mı olduk? Kimsesizliğimiz, çaresizliğimiz, sahipsizliğimiz bizi kendimize yabancı decadans bir tipe dönüştürerek düşmanlara bayram mı ettirdi, yoksa sabrımızla melekleri imrendiren bir hikmetin sessiz, mütevazı müntesipleri mi olduk?

İntikam denen kavram, nefret denen davranış tarzı, üslup, bizi yeniden kendimiz olamayacak kadar uzaklara mı savuruyor? “Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın. Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna'nın özünü de zedeliyor. Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır. Katil olmakla kurban olmak arasında seçim yapmamız gerektiğinde biz kurban olmayı seçeceğiz. Bir zulmü engelleyemiyorsanız en azından onu herkese duyurun. Bizde zalimlerden olursak zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz.”

Aliya böylece kanlı bir savaş sonrası Boşnak kimliğini inşa eder. Aslında ortak müştereğimiz olan bir vicdanın ilhamlarından yararlandığı için bizim medeniyetimize dair herkesi de inşa etmektedir. Türk'e, Arab'a, Boşnak'a herkese konuşur. Osmanlı'nın var ettiği varlık çemberinin güzel hatırası gibidir bu. Varoluşumuzun, Müslüman oluşumuzun, Türk oluşumuzun bizi mükellef kıldıklarını hatırlatan bu berrak gök sesleri ruhumuzda ışıklar yakarken, gerçek acılardan sonsuz bir ahlakın nasıl çıkacağını bize fısıldıyor. Bu aynı zamanda bir mead/dönüş perspektifini de taşır.

Aliya erdemi ile hayatı okumak hayatın erdemiyle okumayı öğrenmek. Bunu sürdürmek için kendimizi, bizi, devletimiz ile sürdürmek hayati bir konu. “Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın: Devlet. Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgârda savrulup gider.” İşte tam burada güncel tartışmalarımızı “evet”leyen bir engin tefekkür penceresi önümüzde açılıyor.  Devlet savrulup gitmemek için hayati bir davamız. Sebebimizi unutmadan devletimizi düşünmeliyiz. Evetin de manası tam burada aranmalıdır.

Aliya'nın tabiriyle “Hayat inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur."  Evet, hayatın neresindeyiz? Kazanmaktan anladığımız bizi metafizik esasımıza götürüyor mu?

Aliya'nın dediği gibi bitirelim: “Şimdi güneşin altındaki yerimizi alma zamanı.”