24 Ocak 2020

Anadolu Misak-ı Millî sınırlarından büyüktür

İnsanın yeryüzü hayatı, bir bakıma bir ‘anlama macerası'ndan ibarettir. Lâkin yol dıştan içe midir, içten dışa mıdır? Mânâ nasıl zuhur eder? Bu konu her zaman problemli bir alan oluşturmuştur. Kur'an, anlamak/anlamamak problemini sürekli gündemde tutar. İdrâk seviyesinin yükselmesi için taleplerden bahseder. “Sadrın genişletilmesi” nden dem vurur.

Bu üslûp, Kur'anî bir okuyuştur. “De ki: Habîbim; Ben bir beyyine üzereyim. Lâkin siz anlamıyorsunuz!” Beyyine, gaybdan, Allâh tarafından doğrudan kalbe inen şeydir. Bir nûrdur ki sıratı müstakîmi bulmayı ve o hâl üzere kalmayı, eşyayı olduğu şekilde görmeyi sağlar. Buradan anlıyoruz ki hakikatiyle Peygamber vârisi olan bir kısım insan, bir iç bilgilendirme suretiyle bazı yorumlarda bulunabilmekte ve çoğunluğu oluşturan bir kısım da bunu anlamakta zorlanmaktadır.

Makam ve mertebeler, bütün manevî ilimlerde en temel nokta olarak görülmüştür. Yorum farkları, bir konuya farklı mertebelerden bakmaktan doğar.

EHL-İ ZÂHİR SÖZÜNÜ HÂL EHLİ BURHAN EYLEMEZ

Yüksek bilinç seviyelerinden konuşan ârifler kervanının her bir zâtı da, bu anlaşılma problemiyle karşılaşmıştır. Bu Kur'anî bakış açısı, onların karşılaştıkları her probleme çözüm getirici üslûplarının çıkış noktasını oluşturur. Fakat onlar konuyu modern insan gibi üstüne alınıp kimlik problemi haline getirmemiştir. Bu durumu normal kabul etmişler, herkes bilesi değil demişlerdir. Hatta bizi şunlar anlar, bunlar anlamaz diye manifestolar yayınlamışlar,

Ehl-i hâle, ehl-i hâl şi'ri verir zevk u safâ / Ehl-i zâhir sözünü hâl ehli burhân eylemez

şeklinde bildirilerde bulunmuşlardır.

Bu bir tahkir değil, bir tesbittir. Ölümlü ilimlerle uğraşanların, ölümsüz ilim sahiplerini anlamaması tabii bir durumdur. Mertebelerin farkını bilmeyen kişinin, kendi bulunduğu mertebenin tek mertebe olduğunu zannetmesi kaçınılmazdır ki bu da tefrikaların doğmasına sebep olur.

Bu mertebeli anlayış tasnifi, zıt düşüncelerin, meşrep farklarının arasını telif edici bir yorum ekolü vücuda getirmiştir. İslâm'ı kendi doğal yapısı içerisinde anlayamadığımız için, bu anlayışa ‘tasavvufî bakış açısı' veya ‘İslâm tasavvufu' denilmiştir. Aslında bu kök yorumun adı İslâm'dır; estetize edildikçe İman ve İhsan mertebelerine çıkılması mümkün olmaktadır. Bu tablo, Cibril hadisiyle sabittir. Yoruma ihtiyaç da göstermez.

Burdan anlıyoruz ki İslâm, yaygın zanna göre olduğu gibi tek bir modele dayanmaz, tek bir modeli dayatmaz. Vahyin esasları tektir, İlahîdir. Yorumu beşer eliyledir ve çoktur. Her yorum bir modellemedir. Hz. Ebubekir bir doğruluk modeli ortaya koymuştur. “O söylüyorsa doğrudur” diyerek doğruluk kavramına yorum getirmiştir: Hz. Ali, Kur'an sayfalarını mızraklarına takanlara karşı, “Kuran, benim” derken Kur'an'ın mushaftan ibaret olmadığını, onun bir hayat tarzı önerdiğini söyleyerek bir anlayış modeli ortaya koymuştur.  Öyleyse İslâm saf süttür; ondan peynir tereyağı yoğurt, yoğurttan ayran yapma sanatları onun imanî ve irfanî dereceleridir.

İmam-ı Şafii Hazretlerine Allah'ın varlığına delil soruyorlar. Dut yaprağını misal getirip: “Tadı, kokusu, rengi ve maddesi birdir. İşte bu tek maddeden ipek böceği yer, ipek yapar. Koyun yer et ve süt olur. Geyik yer misk yapar. Arı yer bal yapar. Bunlar Allah'ın şanına ve kudretine delildir” der. Tasavvuf budur. Aslına irca edersek 'İslâm irfânı' budur.

BUGÜN ORTADOĞU NASIL?

Anlama problemi, insanla yaşıt olduğuna göre, bugün yaşadığımız ad koyamama, 'anlam'landıramama sıkıntısını Anadolu'yu mayalayan bu kaynaştırıcı anlayıştan kopuş üzerinden okuyabiliriz. Anadolu derken, Misak-ı Millî ile sınırları belirlenmiş dar alandan bahsetmiyoruz. Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu içine alan dörtlü bir coğrafyanın adıdır. Türk modernleşmesi, hakikî sınırlarıyla 'Anadolu'ya yabancılaşmak üzerinden gerçekleşti.

 Fethi Gemuhluoğlu üstadın, dostlarını gördüğünde, bir tanıdığı sorar gibi önce "Bugün Ortadoğu nasıl?" dediğini biliyoruz. Bu tavır, nizam-ı âlemi gözetmeyi bir meleke hâline getirmenin ifadesidir.

Selçuklu-Osmanlı dediğimiz dünya düzeni pratiklerini bugüne uygun şekilde yeniden yapılandırmanın yolları üzerinde konuşulması gerekiyor. Zîrâ Osmanlının çekildiği yerlerde Anadolu ruhuna aykırı İslâm yorumları geliştiğini vahim neticeleri ile birlikte bir asırdır topluca seyrediyoruz.

 Büyük ârif-âlimler tarafından yüzyıllar boyu damarlarımıza işlemiş, bugünün seçkin âlimleri tarafından da vuzuhla dile getirilen Anadolu ruhu veya Anadolu İslâm'ı denilen şey, aslında İslâm'ın derece derece kuşatıcı yorumları ve manevî pratikleridir. Anadolu'da iç içe geçmiş gerek sünnî  gerek alevî yorumların inşa ettiği bu pratikler, bölme ve ayırmanın önüne çekilmiş setler olmuştur.

 OSMANLI MUHTEŞEM BİR BİRLEŞMİŞ-MİLLETLERDİ

 'Tasavvuf' kavramı üzerinden fırtınalar kopan bir ülkede yaşıyoruz. Esas kavram 'İslam'dır. Allah katındaki tek uzlaşı yolu odur. Bu uzlaşı modelinin asırlarca hayata geçirildiği topraklar olarak Anadolu İslâm'ı önemlidir. Çünkü Hakîkâti Muhammedî'ye yaslanır. Çünkü Peygamberî işaretlere mazhar olmuştur. Çünkü Peygamber vârisleri işaretleri okuyarak bu mülkü yeniden Malikel-mülk'e tahsis etmiştir. Geleneğe sinmiş bu ruh, 'Anadolu İnsanı'nın derin muhaylilesinde mevcuttur. Dolayısıyla bugünün diline tercüme edilerek yeniden dolaşıma girmesi mümkündür. Mezhep meşrep mektep ayrılıkları, Anadolu'nun merkezi özelliği değildir. Böldüğün zaman, birliği kaybedersin zira.

 Osmanlı, muhteşem bir Birleşmiş Milletler Topluluğu'ydu. Millet-i Osmaniyye idi. Farklılıklarla birlikte bir bütün inşa etmek, bugün için de çözümün fışkırdığı ana kaynaktır.

 Gittikçe birbirine düşmanlaştırılan bir dünyada yaşıyoruz. Bugün, modern insan zihninde aşağı âlem, yukarı âlemden koparılmış durumda. Hâlbuki aşağıda bulunan tezahür âlemi, yukarıdan tanzim edilir. Arifler bu âlem hiyerarşisini doğru okumuşlar ve dünyanın prensipleri üzerinden ilkeler geliştirerek dünyayı yönlendirmeyi bilmişlerdir. Bunu başarmalarının anahtarı ise ‘esas'a odaklanmakta gösterdikleri dirayettir. Esastan teferruata inmek kolaydır. Lâkin teferruattan esasa çıkmak zordur. Onlar esasa odaklandıkları için bütünü görmekte zorlanmamış ve parçalara ayrılmış kavramların elerinde kirleneceğini bilerek neyi nasıl bütünlerimin derdine düşmüşlerdir.

 YERYÜZÜ İNSANI ÇAĞIRIYOR

Ariflerin kelâmı, dölleyici bir tohum gibidir. Fethi Gemuhluoğlu bunu şöyle ifade ediyor:

“Bir tohum gerek diyoruz. İnsanın içine düşmeli. Orada yeşermeli. Orada göğermeli. Orada başak tutmalı. Harmanı hasadı insanın içinde olmalı. İnsanın içinde savrulup; içinde ambarlanmalı. İnsan ona değirmen kesilmeli. Bu değirmen bizde çağıldamalı.”

 Köke bağlı kalmayı, ancak bu vesileyle öğrenebilir; yersiz yurtsuz, anlamsız insan…

 Yeryüzü insanı çağırıyor diyor; ustalar. Ne kadar anlamlı.  Neyi nasıl bütünlerim diye bakan insanı çağırıyor toprak. Yeryüzünün, üstünde dolaşmasından zevk alacağı insan tipini yeniden yoğurmaktır mesele. Rayında giden vagonu raydan çıkaran değil, raydan çıkan vagonu raya oturmaya çalışan insan… Yeryüzünü hoşnut edecek, yeryüzünün çağırdığı insan, bu insan…

 ‘Birbirimize tutundukça bıçakların ağzı kapanacak' diyor Nuri Pakdil.

Bizim hâlâ umudumuz var!..