12 Temmuz 2016

Anla ama kutsama!

Umranın menşeinde bir otantik kavram olarak, İslam Medeniyeti çerçevesinin temel unsurları vardır. Bu yönüyle menşe olmaklığı açısından kuruculuk niteliği de taşır. Lakin onu kurucu kılan şey spekülatif bir kabuller teolojisi olmak hasebiyle ideolojikleşmiş bir tümelleme dilemmasından çok, pratiğe dayalı, fonksiyona açık, tarihi şartlar içerisinde tecdide müsait ve tekrarlanabilir olma özelliğinden gelir. Yani kutsanası değil anlaşılıp kullanılası bir şeydir. Süreç olarak ise belirli zamanlarda, müşterek menşeinden kaynaklı farklı tezahürlerin tarihi bir mecmuası halinde ortaya çıkan bir medeniyetin mizacını oluşturan parçaları teşkil eder. Amacı ise bir topluluğun dönüşerek kendi formunun ideal zeminine dönüşmesi ve fazıl olan ereğe ulaşma ülküsü vardır. Bu cümleden olarak Abbasi, Endülüs, Selçuklu, Osmanlı devirleri gibi pek çok zamanda muhtelif umranların teşekkülü gözlenebilir. Bunlar coğrafyaya göre kendince özellikler göstermekle beraber özde aynı menşei gösterirler. Bu durum bizi müşterek ilkeler üzerinden bütüncül olarak bir İslam Medeniyeti kavramından söz etmememizi sağlar. Bunların tarihi süreçte gösterdiği bütünlük, nihai olarak yaşadığımız anda, bizim için menşe/köken hususunda sürecin nasıl işlediğini görmemize ve gelecek perspektifinde nasıl işleyebileceğini düşünmemize katkı yapar. Bu bakımdan umran kavramı metafizik bir mahiyet kazanır, yani ilke etrafında esası umumi olarak açıklayabilmek imkanı, bu bize tümel bir spekülasyonlar manzumesi olarak gösterilmek istenen İslam Medeniyetinin reel bir tarihi kategori haline gelerek menşedeki aşkının zamanda içkin olarak gaye bağlamındaki tecessümünü anlatır.

Kökeni tarihi bir kategori içinde algılayabilen zihin, makul kıldığı özü, doğuş, dönüşüm ve değer üçgeninde yeniden telakki eden bir gelecek tasavvuruna sahip olur. Soyut menşeinde var olan ilkeler süreç içerisinde tarihi bir realiteye dönüşerek insanileşir. Böylece ben idraki makule yaslanır ve gelecek tasavvuru kazanır. Süreç müşahhaslaşan bir prensipler manzumesini anlatır. İbn Haldun bu bakımdan verili bir değer olarak değil yapılan bir statü olarak umranı bir ilim halinde ortaya koymuştur.

Müşahhaslaşma hem “ay üstü” olanı zaman içine çeker hem de bir şahsiyeti söz konusu kılarak insani bir hali söz konusu kılar. Misalen Ahmet Yesevî, umranımız içinde İslam'ın sonsuz sözünü Türkçe'ye giydirerek veya Türkçe'yi İslami özlerle şenlendirirken menşede olanı bir süreç içerisinde Türkîleştirerek bir toplumun kendi formatına ulaşacağı gayeye doğru yönelmesini sağlar. Türklerin Anadolu'yu fethedip Türkiye kılmaları sürecinde coğrafya bir menşe üzerinden asabiyesi canlanmış bir toplumun bir coğrafyayı Türk-İslam formatında dönüştürerek bir gaye bağlamında dönüştürmesi söz konusu olur. Bu umumi çerçeve erbain çıkaran bir dervişin ruhunda olabileceği gibi bir coğrafyanın hayatında da söz konusu olur. Bu da bizi Türk tarihinin ve İslami dönem sürecinin metafiziğini yapma imkânı sağlar.

Bunu söz konusu kılan şey ise kendi kendisini düşünmeye başlayan bir idrakin eylemlerinde kendisini bulur. Bu yapılınca bu idrak kendi kendisini belirlemeye başlar. Bunun sonucu kendi kendisinin nesnesi olan bir özneliği söz konusu kılar. 

Köken bir ruhun var oluş durumudur, tarihi bir kategori olarak bir itibar halinde ortaya çıkarak mahdut bir toplumun çerçevesini çizer. Akıl artık tarih içinde kendini takip etmeye başlamıştır. Bu menşe mitolojik/efsanevi gölgeler arasında olabildiği gibi ABD benzeri ülkelerde çok yeni bir durumu da anlatabilir. Süreç bu noktada bilince tekabül eder. İdrak soyut bir gerçeklik olarak tarih dışı bir durumu anlatırken, müdrik olma durumu öznenin eylemi olması hasebiyle tarihi bir durumu anlatmaya başlar. Önemli olan adalet midir yoksa adil eylemin tarihteki hareket mi bu sual bizi günümüzü ve tefekkürümüzü sorgulamaya götürmelidir. Bu gelişmelere esas olan ve yol veren gaye ise her şeye içeriğini veren közdür. Bu olduğundan kendilik şuuru gelişir ve o toplum kendisinin belirlediği bir var oluş durumunu gösterir. Közten sudur eden öz söze dökülür. Süleymaniye Camii'nde görülen, kendisini dışsallaştıran mana, kökendeki özün süreçteki bilinç halinin bir gaye etrafındaki formasyonunu ve bunun ötesinde bir umranın kendini belirleyen bir idrak ve iradenin uzak ve hüzünlü bir hayalini anlayamayan kulaklarımıza fısıldar durur. Lakin AVM'lerle kamaşmış gözlerimizin bunu bilecek bir bakışa sahip olması muhal bir trajedidir. Nurettin Topçu'nun ifadesiyle “gerçek ve tam bilgi, hadiselerin akışının tanınmasından ibaret değildir. Bilmek seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir. Kainat olaylarını çok tanımak, bilmek değildir. Bilmek kanunu bilmektir. Dünyamızın nizamini anlamaktır. Sebepleri ve zaruretleri yakalamaktır. Büyük nizamın muammasını çözmektir.” İdeolojiler modern zamanlarda dine dair muhtevayı da içlerine katarak seküler teolojiler icat ettiler. Bu bakımdan siyasi bir idrakla teolojik bir şehir algısının çelişkisi aşikârdır. Siyasal kılış, bu yolla gayeyi dünyevileştirerek insanları cezbetmek ve teolojileşerek kendini her şeyin yerine koymak modernizmin temel takıntılarındandır. Bu bakımdan kökenleri meçhul, süreçleri muğlak ve gayesi meçhul teolojik çözümlemeler düğümlenmiş bir zihin halini temsil eder.

Umran bir teolojik bir kakafoni değil, menşe, süreç ve gaye bağlamında bize ilkeler gösteren bütüncül bir metafizik bağlamın kavramıdır. Kutsanması gerekmez; anlamak, değerlendirmek ve fonksiyonelliğince takdir edilmesi lazım gelen bir itibardır. Belirli kavram ve süreçleri teolojik tabular kılmak geleceğimizi tecdide değil taklide bağlamak olacaktır.

Bilvesile ölüm seneyi devriyesinde Topçu Bey'i bir Fatiha miktarınca anmak vefa olacaktır.

Vesselam...