07 Nisan 2018

Arafta kendini aramak

Sanal dünyada müzik sitelerinden gezinen “sörf yapan” genç, dedesinden dinlediği, piyano-keman eşliğinde Türk müziğinin bu saz ile icrasına dair övgüleri düşündü önce. Yeni zamanların sesiydi bunlar ve bundan eski-yeni sesleri dinlemek ne övülesi bir şeydi. Sonra birden babasının buna karşı direnişini hatırladı. Dedesinin büyülenmişlik duygusuna karşı babası direnirken kendi öz varlığından bahsediyordu. Dedesi överken babasının sövdüğü bu kakafoniden başını kaldırıp, -baba dede efendinin bir bestesini geçenlerde arkadaşım gitarla icra etti, çok güzeldi deyince babası arada kalmışlığın mütereddid haliyle hamm humm edebilmişti ancak. Gitarı histerik imgeyle reddedişi ve Dede Efendi imgesi arasında sarsılmıştı. Makul bir yeri yoktu çünkü bu alemde. Mefhumu tarifsizdi. Arafta bir zihnin tereddütleri ile cep telefonuna dalıp gitti.

Yersiz demişken küçük çocuk sanal ekranda geçen yaz gittikleri tarih tatilinin fotolarını gördü. “Kendi geçmişimizle iç içe” bir tatil yapacağız demişti babası. Tatil lafzı kadar modern, geçmiş kadar muğlaktı çocuğun zihninde her şey. Gittikleri yerde tarihi mekânları gezmişler; Selçuklu-Osmanlı dönemlerinden kalan muhtelif eserleri ziyaret edereken rehberler onlara nereden menkul olduğu meçhul hikâyeler anlatmıştı. Olsun ama geçmişleriyle ilişki halinde, hele Safranbolu evleri içinde her biri bir ticarethaneye dönüşen kadim mekânlarda paranız kadar hoşamedi gördüğünüz bir misafirperveliğin gülümsemesi sizi karşılıyordu! Gezinirken babası hasretle o eski günlerin ahı vahını ederken bunu çok da anlamayan çocuklar her fırsatta dijital oyunlarına gömülüyorlardı. Kendi geçmişini müzede izleyen birer yabancı gibiydiler. Tarihte tatil bitip eve dönüp apartman hayatlarının betonarme gerçeği onları kuşattığında, bizim delikanlı kardeşiyle bilgisayarlarını kutsarken, anne-baba Tvde ne zamandır izleyemedikleri Amerikan dizisine dalmışlardı bile. Bir yandan da bu tatil çocuklara iyi oldu diyordu babası. Büyüklüğü, güç ve matematikle ölçen modern kafasında bir yıkık medresenin avlusunda ancak gücün ve matematik çıktıların rüyasını görebilmişti sadece!? Bu arada fonda gitarla icra edilen Dede Efendi bestesi duyuluyordu bir yerlerden.

O gece ziyaretlerine çaya gelen amcası para çalışır abi para diyordu yemişim hakkını! Tamah belli ki sarmıştı her yanını. Çocuk bunu anlamasa da para modern zamanda tamahın en büyük kafesi oldu. Geleneksel zihnin tamah sahiplerinin seküler düzeydeki hiçleşmeleri bu yolla söz konusu oldu. Pozitivist bilim diyordu dayısı evet Akşemseddin bile görmüştü mikropları, varlığı anlamak için bilimin perspektifi bizi kurtaracaktı.  Buna ilave olarak, okumuşlar hücrede Allah'ı görerek bilimin engin ufuklarında mikroskopla teleskop arasındaki evrende teshir olmuş haldeydiler. Öğretmeninden derste Kant'ı duyuyordu ve ahlak. Çok anlayamasa da ödev yapması gerektiğini fark etmişti onun sözlerinden. İyi bir memur olmalıydı. Buna direnenler içinse ahlak filozoflarının seküler dünyadan ürettikleri ahlakın engin güzelliği söz konusu idi. Nihayet sade insanlar cehennemden korkarak bilgisiz, marifetsiz, muhabbetsiz bir akıl ve gönülle bağnazlaşarak sekülerleşiyordu. Al gülüm ver gülüm dinine inanarak Allah yakar oğlum sözü çocuğun aklına çakılı duruyordu. Profanlaşan dünya tüm düzeni sarmıştı. Somutlaştırmak gerekirse Mevlevilik ve biz meselesine bakmak kâfidir: Mevleviliği enstrümanları ve müziğiyle para kazanma vesilesi gören tamahkârından, bunu modern bir hümanizme indirgeyen ahlakçısına, Mevlana menkıbeleriyle büyülenmiş ama ruhunda çok uzaklardaki safına, dini artık zamanı geçmiş Mevlana'dan kalanları bir kültür malzemesi olarak okuyan bilimcisine kadar her yerinden duman tüten harabeden fazla bir şey beklemek zordu, gelenek tüm çevrelere kendi zaviyesinden bir tuzağa dönüşüvermişti işte. Bizim genç işte kendisiyle bu sosyolojinin psikolojisi içinde geleneğin teolojisi bağlamında tanışıyordu.   

İçine GDO giren her besinin beslemekten çok zarar vermesi gibi, içine seküler imgeler karışan her kutsalda profanlaşıyordu. Dünyevileştiren modern metafiziğin mefhumlarının geleneksel lafızlarımızı işgali bu süreçteki en büyük meseleydi hala da öyle. Sosyo-politik bir bütünlüğü temsil edecek bilgi, akıl, zihniyet ve güce erişmeden şeytanla girişilen her oyunda kutsala ancak koyun gütmek düşüyordu. Bir büyük tarihin gücü ve büyüsüyle gözleri kamaşık doğulu güncel zilleti taşıyamıyordu. Kabe'deki putlar yıkılmadan tevhidin sesi duyulamazdı.

Modernleşme tatilindeki bir toplumun genci olarak sanal derinliklerde kaybolanlara kızmak kabil midir? Araf neresidir sahi? Varoşa benzer mi?

Not: Vefatının 21. yılında, “Kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türktür. Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan kurtarıp kuvvetli, her çeşit korkudan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hale getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygu­dur… Ülkücülüğümüz Türk Milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modem uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir bayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskı­dan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür... Ahlâk herkesin esasıdır. Ahlâkı olmayan bir toplumun hiç bir işi başarılı olamaz ve o toplumda hiç bir şey iyi bir durum da bulunamaz… Ahlâkçılıkta gözeteceğimiz, araştıracağımız şeylerden biri de, Türk ahlâkının Türk milletinin yükselmesi, yaşaması ve korunmasını sağlamaya yarayacak esasları içinde toplaması olacaktır.” diyerek arafta yolumuzu ışıklarıyla aydınlatan Başbuğ Alparslan Türkeş'i rahmetle anıyorum.