04 Nisan 2017

Asabiyeden umrana

Modern dünya, var oluşunu realist ve idealist felsefeler üzerinden seküler bir paradigma çerçevesinde inşa etti.

 

Felsefeler esası itibarıyla bu iki kavramdan türediler. Siyaset bu çerçeve içinde sağ ve sol, liberal demokrasi ve sosyalist yaklaşım gibi madalyonun iki yüzü olan yaklaşımlarla şekillendi. Zamanın ruhu, piyasa ve sekülerizm üzerinden kuruldu. İşte yeni çağın kızıl elması buydu. İsyan Ahlakından mahrum bir çağ, ahlak içeriğini kaybederek insanı hümanist bir kafese tıktı, ya da cemiyet denilen çerçevesinin içinde ona mahkum etti. İnsan şehvetle kendine ya da cemiyete koştu. Seküler çerçevenin büyülediği zihinler perspektiflerin despotizmi altında eziliyordu artık. Kavramları mankurtlaştıran modern tarifler sağ sol hangi istikamette olursa olsun bireyi kendine yabancılaştırdılar, cemiyet içinde kalabalıkların terk ettiği bir yalnıza dönüştürdüler. Mutlak saydıkları bu iki kategori dışında hiçbir gerçeği makul ve makbul saymadılar.

Türkler bu süreçte modern dünyanın ötekisi oldular. İslam ve asker özellikleri onları bir öcü haline getirmişti. Peki, bu halleriyle bir zamanlar cihana hükmetmemişler miydi? Peki bu nasıl oldu. Hangi asabiye onları var  kılmıştı. Bunun cevabı İbn Haldun'ın Mukaddimesinde gizli. Ortaçağlarda Türkler hangi özellikleriyle, zamanın ruhunun hangi gerçeklerine tekabül ettiler ki İslam tarihinin sadr-ı evvelinde yaşananlar bu sefer onlar tarafında yenilenebildi. Selçuklu-Osmanlı çizgisinin var oluş dinamiği neydi? Bu noktada Ortaçağ'da zamanın ruhunu belirleyen ana kavramlar nelerdi sorusunu sormamız iktiza eder. Toprak ve din, bu çağların sorunlu ve ideolojik bir isimlendirme olsa da Ortaçağın zaman ruhunun temel unsurlarıdır. Peki, Türkler hangi özellikleriyle bu çağın içinde asabiyelerini oluşturup, bunu devlet ve umran seviyesine taşıyabildiler. Şüphesiz bunun maddi imkânı Türkistan'dan gelen Türk Kültürü ve medeniyet çerçevesi ise İslam Medeniyetinin o zamana kadar teşekkül eden birikimiydi. Bunun bir hamaset olmadığının kuramcısı ise İbn Haldun'dur.

I

Din meselesini öncelikli olarak ele alırsak; Selçukluların İslam'a girişi yani din kavramının bu veçhesi ile hemhal olmaları öncelikle sebeplerden birini oluşturdu. İbn Haldun'a göre,  bedeviler “hayr”a hadarîlerden daha yakındır. (İbn Haldun, Mukaddime, (Çev Süleyman Uludağ, c.1, s. 420) Türkmen göçebeleri, kendi bedavet halleri yani konar göçer hayatları içerisinde, işte bu haleti ruhiye ile bir dine yakın sosyal ve zihinsel donanıma sahiptiler. Dolayısıyla zorlamayla değil rıza ile bir dini kabul edecek kültürel zeminleri zaten mevcuttu. Hayra yakın olan Türklerin bedavet zihniyeti İslam dini ile imtizaç ederek tekamül ile kendi hadaretlerini kurarak gelecek bin yıla damgasını vuracak bir süreci başlattılar. Bu bakımdan Türkler Ortaçağ zaman ruhu ile bu çerçevede uyacak bir alt yapıya sahiptiler ve İslam ile bu potansiyel bil-kuvveden bil-fiile dönüştü. Burada Alparslan'ın “Biz Türkler temiz Müslümanlarız. Bid'at nedir, bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı.” sözlerini İbn Haldun'un “Bedevilerin ilk fıtrata daha yakın olduğu, ilk fıtrat insan iradesinin henüz etkilerinin görülmediği, sadece Allah'ın iradesinin şekillendirdiği, dolayısıyla her türlü kötülükten uzak olan hâl demek olduğu” yaklaşımıyla düşünmek Selçukluların başlattığı sürecin İbn Haldun çerçevesindeki manası daha iyi ortaya çıkar. Buna karşılık olarak Türklerin karşılaştığı Bizans'ı yenmeleri ve İslam dünyasındaki gerileyen sair yerleşik düzenin durumunu ne ile açıklamak gerekir. Burada İbn Haldun'a kulak vermek gerekiyor: “Hadarîler, çeşit çeşit haz ve zevklerle, refahın getirdiği âdet ve itiyatlarla, dünyaya ve maddî menfaatlerine yönelmekle, dünyevî şehvetleri ve arzuları üzerinde ısrarla durmakla sık sık karşılaştıkları için, birçok huy ve şerle nefisleri kirlenmiştir. Söz konusu durum kendileri için hâsıl olduğu nispette, hayır ve fazilet yolları ve vasıtaları kendilerinden uzaklaşmıştır.” (İbn Haldun, Mukaddime, c.1, s.420) Türklerin Ortaçağdaki muhataplarının zamanın ruhundan onları koparan, güçsüzleştiren sosyal ve zihni zemini burada ortaya çıkar. Bedavet halinin asabiyesi ile harekete geçen Türkler kültürel doğalarındaki hayra yatkınlık potansiyeline İslam ile hareket imkânı vermişler, böylece Ortaçağ'da hayatı kuran imkânlardan birine kendi iç dinamizmleri ile birlikte sahip olarak geleceği inşa edebilmişlerdir. Burada amaç bu zor gelişmelere kolay cevaplar üretmekten ziyade İbn Haldun çerçevesinde bir açıklama imkânını göstermektir. İslam Medeniyeti içinde Selçuklu umranı kurulmaya başlamıştır. Bedavetin, umranın başladığı nokta; hadaretin ise ulaşmak istediği amaç olduğu unutulmamalıdır. İbn Haldun, değişimin bir imkân olduğunu ve zaman ve mekan içinde kendi şartlarında yenilenmelerin olabileceğini gösterir. Bu nedenle umran tarihsel bir kategori değil bir olabilirlik potansiyelinin izah edildiği kuramsal zemini gösterir. Başka bir çalışmanın konusu olmakla beraber Selçuklu ve Osmanlının yıkılış hallerine İbn Halduncu kavramlarla bakarsak kuruluşu izahtaki esasa dair şaşırtıcı dinamizmin yıkılışları izahta da söz konusu olduğu görülecektir.

II

Toprak meselesini açıklamak noktasında ise; İbn Haldun, Bedeviler, hadarîlerden daha cesurdur (İbn Haldun, Mukaddime, c.1, s. 424) der. Türkler, Türkistan'dan yola çıkarken atlı göçebe savaşçılar olarak askeri karakteri ağır basan yönleriyle batıya ulaştılar. Selçuklular bu noktada İslam dünyasında daha önce başlayan asker olarak istihdam edilme geleneği içinde yer almanın ötesinde artık devlet kuran Karahanlı-Gazneli zemini olan bölgede yeni bir güç olarak tezahür ettiler. Bu cesur askerler asabiyelerini tagallübe dönüştürecek bir güç sahibiydiler. Tagallüp, İbn Haldun'a göre mülkü elde etmenin ve asabiyenin devlete dönüşmesinin esası idi. Bu bakımdan Selçuklular geniş toprakları ele geçirip yönetecek bir teşkilatçılığa sahip kültürel dinamiklerini Ortaçağın esas güç kaynağına sahip olma noktasında kullandılar. Peki, karşı tarafın durum neydi? İbn Haldun, “Lüks ve konforlu bir hayat yaşamaya alışmış olan hadarîlerde tembellik artar; zora katlanma, acılara karşı koyma özellikleri kaybolur.” “İnsan, âdetlerinin ve ülfet ettiği şeylerin çocuğu ve ürünüdür. Tabiatının ve mizacının çocuğu ve mahsulü değildir. Bir kimse huy, meleke ve âdet vaziyetine gelecek derecede birtakım hâllerle ülfet ve ünsiyet ederse, artık bu hâller o kimsenin tabiatı ve cibilliyeti durumuna gelir.” tespitleri ile malul bulunuyorlardı. Türkler Orta zamanlarda işte böyle rasyonalize edilebilecek sebep ve şartlarla başarılı oldular. Bedavet halinin cesur Türkmenleri tarihin kaderi olarak devletlerinin sonunda buradaki aynı hastalıklara yakalanmaktan kurtulamayacaklardır. Bu bir icbariyeti determinizm gibi düşünülmemelidir. Yapılması gerekenler yapılmadığı ve zamanın kurallarının işlediği noktada kendisinin kaçınılamayan akıbettir.

Hülasa, modern dünyanın kurallarının işlediği zamanlar gelip çattığında Türkler işte yukarıda izaha çalışılan hususiyetlerinin yeni zamanın ruhuna karşılık bir hale getirilemediği için zor zamanlar başlamıştır. Türklerin bu zaman dilimindeki başarıları mutlaklaştırılacak bir durumu değil bir zaman ve mekân çerçevesindeki başarılarını gösterir. Bugün bizim nicel ve nitel özelliklerimiz neler ve çağın ruhuna karşı göstereceğimiz uyum veya mukabele bu çerçevede nasıl olabilir sorusunun zihinlerimizi meşgul etmesi gerekir. Burada modernitenin disiplinler arası yaklaşımı öteleyip her bilimin kendi kural, yöntemlerinde meselesini çözeceği ve evrensellik iddiasıyla tarihselciliğin kutsanması ile kanuna tabiiyet kavramının genel geçerleşerek eleştirilen klasik kültürün evrensel kanunları eleştirilirken seküler kanunlar tabusu icat edildiği için klasik döneme ait meselelerin kavranması zorlaştı. Atomize bilim anlayışı ve seküler kanunlar tabusunun sunduğu modern çerçeve ve paradigmaya sıkışıp kalındı. Bugün üniversitelerimizdeki disiplinler arasılaşma eğilimleri ilerleyen zamanda buna dair kurulacak bölümler, yüksek lisans ve doktora programları ülkemizde sosyal bilimler sahasında yaprak kıpırdamasına yol açabilecek hayırlı gelişmeleri sağlayabilir. İbn Haldun gibi otatntik medeniyet zemininde rasyonel gözlemler yapan bilginlerin görüşlerini romantik bir akıldan kurtularak tefekkür eden bir zihinle okumaya başladığımızda reel ve ideal dışında da anlamlandırma imkân ve kategorilerinin söz konusu olabileceğini göreceğiz.

Asabiye, birey ve toplum için bir sebeptir. Bireye ve topluma gömülmeden hepsinin hakkını yerince vererek, onlara dağları deldiren bir sebep. Evet…