Ayaküstü yaşamak
Ayaküstü sohbet, ayaküstü atıştırma, ayaküstü alışveriş, ayaküstü ibadet, hülasa, ayaküstü yaşamak. Yavaş olan hiçbir şeyin istenmediği, sevilmediği, yavaş olan şeylere tahammülün mümkün olmadığı, modern asra özgü yeni bir yaşam formu. İçinde olanların bile bazen yaşayıp yaşamadığını, varoluşunu sorguladığı; soluk soluğa, koşuşturmacalarla, hınca hınç yaşamak.
Adına yaşamak
denirse, modern insanın yaşamı ve ahvali budur. Yıllar var ki ayakları toprakla
temas etmemiş, bir çiçeğin açmasını, bir kuşun yavrularını yumurtadan
çıkarmasını, bir meyvenin olgunlaşmasını, gün batımını, sonbaharın kızıllığını,
ince ince yağan karı, yıldızları, gökyüzünü, güneşi ve ayı temaşa etmemiş
şehrin insanı. İnsan istifi şehirlerde,
duyulmayan, fark edilmeyen, değer atfedilmeyen; sadece sayılardan ibaret, ben,
sen, o; biz, siz, onlar…
Bir insanın gözlerinin içine bakarak,
gözlerini bir insanın yüz hatlarında sabit tutarak, ekranların esaretine
kapılmadan, acele etmeden, bir yere yetişme telaşı duymadan, yetiştirmesi
gereken işleri olmadan; annesini, babasını, eşini, kardeşini, sevdiğini,
çocuklarını ve belki hepsinden daha önemlisi, kendini duyurmaya çalışan içindeki
sesi, ıstırabını, vicdanını dinleme fırsatı dahi bulamayan zavallı şehrin
insanı.
“Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin,
Kaypak ilgilerin insanı, zarif
ihanetlerin,
Bozuk paraların insanı, sivilcelerin,
Pahalı zevklerin insanı, ucuz
cesaretlerin…”
İsmet Özel, bu
dizelerle anlatır şehrin insanını. Şehirlerde değişen, adeta esaret hayatı
yaşayan modern insanı. Bu ayaküstü
yaşamda, bu koşuşturmaca ve telaş içerisinde, bir insanı gerçekten sevmeye,
dinlemeye, anlamaya, yaralarını sarmaya, tahammül etmeye yer yok. Bu
keşmekeş içerisinde durup düşünmeye, kendini muhasebe etmeye, etrafında olup
biteni fark etmeye fırsatı yok şehrin insanının.
Kullanılıp atılan eşyalar, plastik
çiçekler, yapay tatlandırıcılar ve sanal arkadaşlar. Ruhumuza ve bedenimize
faydalı olan ne varsa onun sahte bir örneği üretilmiş. Bir maraton yarışçısı
gibi mütemadiyen yarışın içinde ve koşar vaziyetteyiz. Okul öncesi eğitim
kurumlarına giden çocuklar da meşgul üniversite öğrencileri de çalışanlar da
hatta emekliler de.
Hepimizin biraz
yavaşlamaya, biraz düşünmeye, anlamaya ihtiyacı var. Zira anlamak; çaba, özen
ve sabır istiyor. Ayaküstü yaşamak, yorgunluğu, hiçbir şeyi tam yapamamanın
pişmanlığını, düşük yaşam doyumunu, stresi ve depresyonu beraberinde getiriyor.
Bu döngünün içinde mutlu olmak pek olası görünmüyor. Tren rayları üzerinde,
aynı yönde ve aynı biçimde hareket eden bir oyuncak gibiyiz. Bu tekdüzelik ve koşuşturmaca içerisinde
insanın; insanı, yaşamı, yaşamın içindeki hikmet ve manaları idrak etmesi pek
olası görünmüyor.
Ayaküstü, tekdüze ve hızlandırılmış bu yeni
yaşam formunda ruhumuz can çekişiyor. Bize medyanın tüm araçlarıyla ve gür bir
sesle düşünmeden yaşamamız telkin ediliyor. “Düşünme, yaşa.” “Hissetme, tat.”
“Üretme, tüket.” “Sorgulama, itaat et.” Oysa yaşamın bir sahibi ve yüce
amaçları var. Yaşamın sahibi, yani Rabbimiz bize; “düşünmemizi (Nahl / 17),
gayret etmemizi (Necm / 39), merhamet etmemizi (Beled / 17) ve şükretmemizi
(Bakara / 152)” emrediyor.
Yavaşlamak ve fark
etmek için hala bir fırsatımızın olduğunu düşünüyorum. En azından bu cümleleri
okuyanların. Sözlerime İsmet Özel’in
Naat şiirinden dizelerle son veriyorum…
“Dinleyin ey vakti duymak doruğuna
varanlar
Sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden
Omzunuzdan vaveyla heybesini atın
Boşa çıksın reislerin, kahinlerin,
şairlerin kuvveti
Güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın
Neydi söğüt gölgesinde gülümsemek
Ağız dolusu gülmeden taşlıkta...”
Vesselam…