Ayasofya Câmii'ne "Bizans Müzesi" hakâretinin sahîh târihçesi (118)
Askerî sıhhiye hizmeti büyük bir vurdumduymazlıkla ihmâl̃ edilmiş olduğu için, Cephede, pek çok yaralı askerimiz, kendi hâl̃ine terkedilmiş, bir başına “inliye inliye” ölüp gitmiştir!
“Biz, öteden beri,
muhârebelerde düşman kurşunundan ziyâde kendi tedbîrsizliklerimizin, kendi l̃âkaydîmizin kurbanı
olmuşuzdur. Muhârebede yaralanan ve hastalanan vatandaşlarımız, çok vak̆itler en ibtidâî bir
pansımandan, hattâ yara sargısından ve bir hasta çadırından mahrûm
kalmışlardır.
“Bir yerde
muhârebe oldu mu o gün orada ne kadar acı levhalar görülürdü! Kemikleri
parçalanmış, bir tarafı azalmış, bir uzvu kırılmış mecrûhların sâatlerce
inledikleri ve bir hasta tezkeresini, bir hasta bakıcısını bekliye bekliye
seyel̃ân-ı demden
veyâ tedâvîdeki têhîr dolayısile dîğer esbâb-ı fenniyeden terk-i hayât
etdikleri bizde her gün görülen vâk’a-i âdiye sırasına geçmişdir. Hiç bir zaman
yaralanan askerimizi bir sargı mahal̃line
is’âl̃ edecek kadar
vesâit-i nakliyeye, hiç bir zaman mecrûhlarımızın derdlerine devâ olacak
vesâit-i fenniyeye mâlik olamadık. Hastahânelerimiz, etıbbâmız, vesâit-i
fenniyemiz, vesâit-i istirâhat̃
her zamân noksân, her zamân gayr-i muntazam olmuşdur. Meselâ Kafkas cebhesinde
yaralanmış zavallı bir Türk neferi, karlar üzerinde haykırır, aman aman diye
bağırır, sâat̃lerce
çırpınır, neden sonra belki bir yara sargısı, belki bir doktor bulur. Eğer
ric’at̃de ise, o,
artık Allâh’a kalmışdır; inler inler ve ölür!
“Vesâit-i
sıhhiyemiz pek gayr-i k̃âfî,
pek noksândır. Bâzı kanlı muhârebelerde bir fırkadan üç dört yüz mecrûh olduğu
vâk̆îdir; buna
mukâbil, yarım yamalak yatağımız ya vardır, ya yokdur. Bu acıklı misâl̃lerden yalnız bizim
gördüklerimiz o kadar çokdur ki yazmakla, saymakla bitmez. Bunun her biri en
acıklı romanlar için mevzûlar teşkîl edebilir. […]
“Ne kadar bîçâre
ve bedbaht arkadaşlarımız vardır ki en ehemmiyetsiz bir yara ile, en
ehemmiyetsiz bir hastalık ile bakımsızlık, l̃âkaydîlik yüzünden yok olmuş gitmişdir.
“Bu ahvâl̃, bütün ordu zâbitânının
mechûl̃ü değildi.
Nefer, zâbit herkesin mâneviyâtı kırılmış idi; hele Mehmedcikler!
“Bu da dîğer
seyyiâtımız gibi mebsûten mütenâsib tezâyüd etdi. Vazıyet: Son ric’at̃de elimizde hemen hemen
ne hastahâne, ne hasta arabası, ne de malzeme-i sıhhiye vardı. Herkes biliyordu
ki bir daha yaralanırsa, Allâh’a kalmışdır. Bunun için herkes yaralanmamak için
elinden geleni yapıyordu. Ordunun mâneviyâtı pek kırılmış idi. Tayyâre
taarruzları bunu tezyîd etdi. Bizde sıhhiye umûrunun bu sûretle cereyânı, fel̃âket ve mağl̃ûbiyetimizin
sebeblerinden, hem en ciğersûz sebeblerinden biri idi.” (Bozkurt 2019: 94-95,
100’den naklen)
(https://www.alamy.com/stock-photo/palestine-1918.html?sortBy=relevant; 7.2.2023)
1917’de, Filistin Cephesinde bir sıhhiye
ekibimiz…
“Vesâit-i sıhhiyemiz pek gayr-i k̃âfî, pek noksândır. Bâzı kanlı muhârebelerde bir fırkadan üç
dört yüz mecrûh olduğu vâk̆îdir; buna mukâbil,
yarım yamalak yatağımız ya vardır, ya yokdur…” (Yüzbaşı Cevâd Rifat’ın
şahâdeti)
***
Necîb Arab Milletinin Türklere ihânet ettiği yalandır
İttihâdcı-Kemalist Propaganda, bir asırdır, hiçbir tefrîk̆ gözetmeden, “Arab
Milleti”nin Birinci Cihân Harbinde Türklere ihânet ettiğini, İngiliz-Siyonist
Kuvvetleriyle ittifâk yaparak Türkleri arkadan vurduğunu iddiâ ededurmaktadır.
Bu iddiâyle, bir asırdır, Türklere Arab düşmanlığı aşılanmıya çalışılmaktadır
ve bunda geniş mik̆yâsda
muvaffak da olunmuştur. (Bunun mukâbili olarak, Arablara da Türk düşmanlığı
aşılanmıya çalışılmış ve bunda da geniş mik̆yâsda muvaffak olunmuştur…)
Hâl̃buki
Türkleri arkadan vuranlar, kendilerinde Allâh korkusu olmıyan, siyâsî
ihtirâsları uğrunda şeytanla ittifâk yapmaktan çekinmiyen Şerîf Hüseyin ve oğlu
Emîr Faysal ile onlara tâbi olan bir gürûh ve maâtteessüf, makyavelist
İngiliz-Siyonist Propagandasının, büyük, müstak̆il bir Arab Devleti kurdurma vâdine kanan, şoven
hisleri tahrîk edilmiş geniş bir Arab kitlesidir. Onların bu tuzağa
düşmelerinde, bütün Müslümanlara şefkatle davranan Abdülhamîd Han’ı deviren
İttihâdcı hâinlerin bilhassa Sûriye’de icrâ ettikleri büyük zulüm çok têsîrli
olmuştur.
Şu veyâ bu sebeble Türk düşmanlığına sürüklenmiş Arablara
mukâbil, isl̃âmî
şuûr sâhibi, kadirşinâs bir Arab câmiası ise, aramızdaki köklü kardeşlik
hukûkuna muvâfık davranmış ve fedâk̃ârca,
cesâretle ric’at̃
hâl̃indeki
Ordumuzun (heyhât ki bir Siyonist-Sabataî-Farmason komitanın kumandasına girmiş
Ordumuzun!) sel̃âmetine
çalışmıştır. Rahmetli Yüzbaşı Cevâd Rifat Bey, bu vâkıanın da şâhididir:
“[Ric’at̃ esnâsında] Der’a’ya
kadar kendi başına ve aç, bîil̃âç
gelen asker, açlığın, susuzluğun, güneşin ve yorgunluğun têsîriyle, düşman
tayyârelerinin dâimî taarruzlarile o hâl̃e
gelmiş idi ki Der’a hattında müdâfaa değil, dağınık kıt’aları bir araya
toplamak bile mümkün olamadı.
“Bu şekilde
yürüyüş (Şam) ovalarına kadar devâm etdi. Şam’a gelinciye kadar Urbânın
[Bedevîlerin] ciddî bir taarruzu olmadı. Bu ordular, Der’a hattından muhârebe
edemeden çekilirken, Dördüncü Ordunun ric’at̃ emri alan Mâan ve Hicâz hattındaki kuvvetleri Amman
cenûbuna kadar gelebilmiş ve Amman’ın düşman tarafından daha evvel işgâl̃ edildiğini görmüşdür.
Bu kuvvetler, takrîben 5 il̃â
10 bin raddesinde askerden mürekkebdi.
“Dördüncü Ordu
Kumandanı [Mersinli Cemâl̃
Paşa], bu askeri, sadâkat̃
ve hizmeti mücerreb [tecrübe edilmiş] olan Amman ve havâlîsindeki aşîretlerin
Şeyhi Miskal̃
Paşa’ya tevdî etmiş, keyfiyeti telsiz telgrafla Müfreze Kumandanına
bildirmişti.