Ayasofya Câmii'ne "Bizans Müzesi" hakâretinin sahîh târihçesi (172)
Atsız, (kendisini Zındıklığa götüren) Irkçılıktan hiç vazgeçmedi ve –maâlesef- yeni nesiller üzerindeki Irkçı têsîri devâm ediyor
Atsız’ın burada
bahis mevzûu ettiğimiz “Yirminci Asırda Türk Meselesi II: Türk Irkı = Türk
Milleti” başlıklı makâlesi, böyle (yukarıda zikrettiklerimiz gibi), Hak̆îkat̃
ve müsbit delîl endîşesi duyulmadan pervâsızca sıralanmış şahsî kanâat̃lerle,
peşîn hükümlerle örülmüştür.
Öyleyse onun bu
Irkçı fikirleri üzerinde durmıya ne lüzûm var?
Çünki İlmî
Zihniyetin neredeyse esâmesinin okunmadığı Memleketimizde, onun “kocakarı
îmânı” hâlinde ömrünce tekrâr ettiği bu kuru, kupkuru iddiâlara kanan hatırı
sayılır bir zümre var. Hoş, kendilerinde Hak̆îkat̃ endîşesi olmıyan, bir
iddiâyı kabûl̃ etmeden evvel ilmî, en azından mantık̆î delîl taleb etmiyen
insanlara karşı herhangi bir dâvâyı isbât etmiye çalışmak beyhûdedir… Yine de,
fikir hayâtı tenâkuzlar içinde bocalamakla geçmiş Atsız’ın dogmatik Irkçılığı,
onu, nihâyette, Müslümanlık hakkında –üstelik “müdellel” süsü verdiği- Zındıkça
iddiâlara götürdüğü ve bunların (İsl̃âm hakkında sâdece sathî, basmakalıp
bilgilere sâhib) insanlarımızın büyük bir kısmı üzerinde tahrîbât yapma
ihtimâl̃i yüksek olduğu için, buraya kadar yaptığımız gibi, onun Irkçı nassları
(dogmaları) üzerinde bir nebze durmak, belki faydadan hâlî değildir… (İsl̃âm
hakkındaki –Marksizm ve Kemalizmden muktebes- iddiâlarını, aşağıda, ayrıca ele
alacağız.)
Atsız, bahis
mevzûu makâlesini, bir “kocakarı îmânı”yle kaleme aldığı zaman, henüz 29
yaşındaydı. Bu cihetle, henüz fikrî olgunluğa ermediği bir çağında yazıldıkları
için, bunların ehemmiyete şâyân olmadığı düşünülebilir. Ne var ki Atsız’ın,
ileri yaşlarda dahi, bu “nasslar”ı tekrâr etmiye devâm ettiği görülüyor.
Mesel̃â, hayâtının son deminde, 23 Kasım 1970 târihli Ötüken’de neşrettiği, İsl̃âm hakkında Materyalist-Marksist-Kemalist
tezin bir tekrârı olan “Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir” başlıklı makâlesinde
yine aynı nassla karşılaşıyoruz:
“İnsanlar eşit değildir.
Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur. Tabiatı Tanrı yarattığına göre demek ki
Tanrı canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da hiçbir
zaman eşit olmamışlardır. […]
“…İslâmiyet ırk
ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor.
Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslâmiyetin
ırk ve renk tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. [???]
Birinci Cihan Savaşında, İslâm kardeşlerimiz Arapların, İngilizlerle birleşerek, Türk ordularını nasıl arkadan
vurduklarını unutmadık. [Bunların, sâdece, İngiliz-Siyonist ajanlarına kanmış
bir kısım şoven ve muhteris Arablar olduğunu, buna mukâbil, on binlerce Türk
askerinin Filistin Hezîmetinden sağ-sâlim Vatana avdet etmesinin de Müslümanlık
şuûruna sâhib necîb Arablar sâyesinde mümkün olduğunu, yukarıda, (Filistin Cephesinde
4. Ordu Kumandanı Ferik Mersinli Cemâl̃ Paşa’nın Yâveri) Yüzbaşı Cevâd
Rifat’ın (Allâh ikisine de rahmet
etsin!) Hâtırât’ından naklen îzâh
etmiştik… Üstelik, şuûrlu Müslüman Arablar, Türk kardeşlerine bu yardımı,
Siyonist-Sabataî-Farmason İttihâdcılardan gördükleri büyük zul̃me rağmen
yaptılar; çünki kendilerine zul̃medenlerin hak̆îk̆î Türkler olmadığını
anlamışlardı! Daha evvel de tebârüz ettirdiğimiz vechiyle, Arab Milletini
bil̃âtefrîk “ihânet”le ithâm eden Kemalist-Siyonist propagandanın hedefi, iki
kardeş milleti birbiriyle düşmanlaştırmaktır ve buna da, maâlesef, geniş mik̆yâsda muvaffak olmuştur…] Bu Arap ihanetinin başında
Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin hatıraları
Hayat Tarih Mecmua’sında
tefrika edilmektedir. [Doğru olan bu tesbîte de şu Hadîsle cevâb verilir:
“Ameli kâsır olanı nesebi ileri götürmez!” (Müslim’in Ebû Hüreyre R.A.’den
rivâyeti… Tercüme, rahmetli Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısâs-ı Enbiyâ’sından ik̆tibâs edilmiştir. Peygamber sül̃âlesini
imtiyâzlı addetmek, -Sünnî ve Şiî versiyonlarıyle- Rivâyetci İsl̃âmın pek fâhiş
bir hatâsıdır. Bu husûsların mufassal îzâhı için Kur’ânî Milliyet Telâkkîsi ve Irkçılık Sapması isimli eserimize –Ankara:
Kurtuba Yl., Aralık 2015, 16x24 cm, 470 s.- mürâcaat edilebilir…]”
“Biz Türkçüler ırkı
tanıyoruz. Zaten mevcut olmayan eşitliği kabul etmiyoruz ve soyumuzun
üstünlüğüne geçmişteki örnek ve eserleriyle inanıyoruz.”
Atsız’ın bu son cümlesi de,
hayreti mûcibdir: “Millî Mefâhir”imiz olarak eserleriyle iftihâr ettiğimiz o
ecdâd, muhlis, kavî Müslümandır ve muhakkak ki onlar, Atsız’ı kendi
milletlerine mensûb saymazlardı! Buna mukâbil, isl̃âmî têsîr altında teşekkül
etmiş Türk Milletinden farklı bir millet olan Câhiliyet “Türkleri” ne eser
bırakmışlardır, Beşer Medeniyetinin yükselmesine ne kadar katkıda
bulunmuşlardır? Onlardan mîrâs kalan eserler, Müslüman Türk ecdâdımızın
eserleri yanında bir hiç mesâbesinde kalır!
Mustafa Kemâl̃’in sâf “brakisefal
ırk”ı gibi, Atsız’ın başka milletlerle
karışmamış muhayyel “kandaş Türkler”i
Müsbit vesîka
ve delîllere istinâden inşâ ettiğimiz her araştırmamız gibi baştan sona mevsûk
olan “Kemalizmin ‘Târih Tezi’ ve ‘Güneş-Dil Teorisi Hurâfeleri” başlıklı
mufassal araştırmamızda (Yeni Söz,
11.2-23.5.2022, 100 Tefrika) îzâh ettiğimiz vechiyle, Türkleri İsl̃âmdan
koparıp Avrupa Medeniyetine temessül ettirmek, böylece hem Müslüman Arab vatanı
üzerinde Siyon Devleti’nin yolunu açmak, hem de İsl̃âm Âlemini başlıca
uzuvlarından birinden mahrûm etmek gâyesiyle 19. asırda tasavvur edilip
tatbîkâta konulan bir Siyonist stratejisi şuydu: Kesîf bir neşriyât ve sâir telk̆în
vâsıtalarıyle, Türkleri, İsl̃âmdan evvel, (Ârî ırktan -“brakisefal”-, bütün dünyâya ileri kültür ve medeniyet unsurları,
bu meyânda kendi dillerinin kültür kelimelerini götürmüş) üstün bir millet
iken, İsl̃âmdan sonra tereddîye uğramış bir millet olduklarına inandırmak…
(Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”, “Bozkurtlar Diriliyor” gibi romanları ve
“Kür Şad” efsânesi, bu propagandanın têsîri altında vücûd bulmuşlardır…
“Bozkurt” totemi de, İttihâdcılar ile Kemalistlerin modalaştırdığı bir
hurâfedir…) Târihi tahrîf ederek inşâ edilen sûiniyet mahsûl̃ü bu muhâkeme, şu
netîceye müncer oluyordu: Türklerin İsl̃âmdan tecerrüd ederek topyek̃ûn Avrupa
Medeniyetini ik̆tibâs etmesi (dîğer tâbirle Frenkleşmesi), kendi asıllarına
rücû etmekdir!
Mustafa Cel̃âleddîn Paşa (Konstantin Borzecki) ve Léon Cahun gibi
müelliflerin eserlerinden yola çıkan ve bunlara daha başka kaynakları da katan
Mustafa Kemâl̃, bu müddeâyı, “Târih Tezi” ve “Güneş-Dil Teorisi” isimleri
altında, en uçuk noktalara götürmüş, Türklerin, aslı 400 il̃â 780 bin sene
gerilere giden “Pekin İnsanı” (daha doğrusu “İnsansısı”)’nın neslinden, başka
ırklarla karışmamış, bütün dünyâya medeniyet götüren ve dünyânın bütün kültür dillerine
kaynaklık etmiş bir dili konuşan üstün
bir ırkın, “Brakisefal Alplılar”ın çocukları olduğunu iddiâ etmiştir. Mâmâfih
onun bu “teori”lerinin de Türk Milletine telk̆în ettiği nihâî fikir aynıdır:
Müslümanlıktan tecerrüd edip Avrupa’ya temessül etmek…
Nihal Atsız,
gencliğinden îtibâren (esâs îtibâriyle Siyonist emellerine hizmet eden) bu
sûiniyetli hurâfe ve telk̆înlerin têsîrinde kalmış, ölünciye kadar bu têsîrden
kurtulamamış, Kemalizm ve Marksizmin Müslümanlığı bir safsata olarak gösteren
neşriyâtının têsîrinin de öbürlerine zammolmasıyle, “üstün ırk” Türklerin,
10-13 asırdır, “bir Arab dîni”nin bayrakdârlığını yapıyor olmasını
hazmedememiş, maâlesef, sonunda, Zındıklık uçurumuna yuvarlanmıştır…
(Hak̆îkaten, -Maârifimizin İlmî Zihniyete istinâd etmemesi ve sahîh müsbet bilgileri
geniş kitlelere mâl̃ edemememiz yüzünden- Milletce verdiğimiz bu fireler bizi
ne kadar çok üzüyor!)
Yine de
Atsız’ın Siyonist-Kemalist Târih Tezinden ayrıldığı bir cihet var: O, Türklerin
Ârî ırka mensûb oldukları yutturmacasını kabûl etmiyor ve Moğollarla aynı ırka
mensûb olmakla iftihâr ediyor…
Mâmâfih, bu
fark, onu, Siyonist-Kemalist Stratejinin nihâî hedefinden uzaklaştırmıyor:
Zındıklık (Ateizm ve İsl̃âm aleyhdârlığı) ve Avrupacılık (“müsbet ilim” kisvesi
altında Avrupa Medeniyetini benimsemek)…
Kezâ, Türk
Milleti için “kandaşlığı” esâs ittihâz eden Atsız, Millet ferdleri arasında
bulunması elzem olan (millî) “dilek birliği”ne dahi ehemmiyet vermiyor ve
bunun, Mustafa Kemâl̃ gibi bir totaliter şefin demir yumruğuyle bir çırpıda
sağlanabileceğini iddiâ ediyor:
“Türk milliyetindeki dilek
birliği üçüncü derecede değerli bir meseledir. Bazı zamanlarda bazı Türk zümrelerinde dilek
aykırılığı olması onların bir tek millet olmalarına engel
değildir. Bu dilek ayrılığı, çok defa, türlü Türk zümrelerinin başında
bulunan başbuğların zorla yarattıkları yapmacık ve geçici bir nesnedir. Bugün
türlü Türk zümreleri
arasında dilek ayrılığı olsa bile, Türkler ya bunun güçsüzlük
doğurduğunu görerek dileklerini birleştirecekler, yahut da içlerinden en
kuvvetli zümre ötekilerini de zorla kendine bağlıyarak Türkleri tek dileğe
doğru yürütecektir. Türk tarihinde bu daima böyle
olagelmiştir. Nitekim Gazinin kudretli şahsiyeti Türk milletinde bir dilek
birliği kurmamış olsaydı muhakkak ki Türkiye’de türlü türlü zümreler
bulunacaktı.”
Hayâtı boyunca
fikrî tenâkuzlar içinde bocalıyan Atsız’ın bu fikri, onun 1940’lı, 50’li
senelerde sâhib çıktığı Cumhûriyete ve İnsan Haklarına zıddır.
Atsız’ın sak̆îm fikrince “Türklerin Lideri”ne içeriden ihânet edenler,
“kanı bozuklar”, “Gayr-i Türkler” olduğuna göre, bunların kendisine karşı
“sûikasd tertîb ettiği kudretli şahsıyet” de
herhâl̃de “saf kan Türk” olmalı
Yukarıdaki
pasajda, Atsız’ın, Mustafa Kemâl̃’i “Gâzî” pâyesiyle ve hayırla, sitâyişle
andığı görülüyor… Hayâtının son çeyreğinde de, 1940’lı, 50’li senelerde
yazdıklarını unutarak, ona sâhib çıkıyor… Demek ki onun nazarında, Sel̃ânikli
Mustafa Kemâl̃, “saf Türk kanı” taşıyan bir liderdir. Binâenaleyh ona cephe
almak gibi bir hıyânet içinde olanlar da, “kansızlar”, “kanı bozuk olanlar”
yâhûd düpedüz “Gayr-i Türkler”dir… Nitekim burada üzerinde durduğumuz
makâlesinde, bu “saf kan Türk”e karşı g̃ûyâ “sûikasd teşebbüsünde” bulunan
“hâinler”in, “Gayr-i Türk” oldukları için böyle bir “teşebbüs”de bulunduklarını
iddiâ ediyor:
“Gaziye suikast
hazırlayan Ziya Hurşit lazdı. Gaziye bilfiil ateş etmek için de koca İzmir’de bula bula bir lazla bir
gürcü bulmuşlardı.” (Orkun,
16.7.1934, sayı 9)
O zaman sormak
îcâb ediyor: Atsız’ın hayâtının ilk çeyreği ile son çeyreğinde sâhib çıktığı bu
“saf kan Türk lideri” de acabâ aynı iddiâda mıydı? v