Aydınlık ve karanlık dünya arasında insan
“İnsan” olarak adlandırılan canlının dünya hayatında var oluşu, varlık yapısı, diğer varlıklar karşısındaki konumu ile varlık değeri, ayrıca eylemleri ile bunların dünyevi ve uhrevi sonuçlarına göre değeri incelendiğinde bütün yönleriyle ele alan tek sistem, din kurumudur.
İslam: İnsanı bütüncül bir şekilde
yine insana anlatmakta ve ihtiyaç duyacağı bütün yönleriyle, ana ilkeler
çerçevesinde tanımlamaktadır.
Zaman içerisinde geriye doğru hayali
bir yolculuğa çıkalım. Yaşam, Tersine
giden bir sinema şeridi gibi, gittikçe hızlanarak geriye dönsün.
Gülümseyen ebeveynlerimiz,
yakınlarımız ve biz. Geriye doğru akıp giden bir insan seli. Muhteşem devirler,
ihtişamla yürüyen ordular, savaşlar, barışlar, sınırsız zenginlik ve bir yudum
suya hasret fakirlikler. Ortadoğu da devasa medeniyetler, nemrutlar, İbrahimler, Musalar. Doğanlar, ölenler, derin bakışlı, yaşlı bilge
kadınlar, yorgun vücutlarını güneşte ısıtan ihtiyarlar…
Dünyanın ilk çağları homurdanan
volkanlar, uçsuz bucaksız ormanlar, gün batımının ardından tüyler ürperten
karanlık dünya.
Daha gerilere gittiğimizde, uzayın
derinliklerinde parlayan, dünyamızın kopup geldiği, devasa bir süper nova
yıldızı. Zaman yine hızlanıyor. Tüm evren bir gaz bulutu halinde. Aniden bir patlama ‘’Bing-Beng’’ ve tüm mevcudat
o anda yok oluyor.
İçinde en ufak bir ışık belirtisi
olmayan, zifiri karanlık bir ortamdayız. Bir an için karanlık kelimesinin
burayı tanımlamak için pek doğru bir kelime olmadığını fark ediyoruz. Hayır
burası hem aydınlık hem de karanlık ötesi bir yer. Tarifi pek mümkün değil.
Ve yeni bir başlangıç, insanın
hizmetine sunulan aydınlık bir dünya.
Ve bu gün, Günümüz dünyası. İnsanın
maddi dünya ve eşya ile olan ilişkilerine baktığımızda dehşet verici tablolarla
karşılaşıyoruz. Yaşadığımız aydınlık dünya göz göre göre yok edilmek isteniyor.
Bilimsel tüm veriler ve ikazlara rağmen, bu süreç patlamaya hazır bir bomba
gibi.
Savaşlar, binlerce yıl yaşanılan
topraklardan göç etmek zorunda kalmak, aç ve masum çocukların çığlıkları ve
dökülen gözyaşları. Küresel ısınma, hava ve deniz kirliliği, radyoaktif
yayılma, biyolojik savaş hesapları, daha bilmem neler önlenemez bir şekilde
devam ediyor.
Oysa herhangi bir insan, bile bile
kendine zarar vermeye kalksa, yakın çevresi ve toplum ne şekilde olursa olsun
bu intiharı önlemeye çalışır. Kişi psikolojik tedavi altına alınır. Yani
‘’hasta’’ olarak tanımlanır.
Tüm dünyaya örnek olarak sunulan kibir
medeniyetlerinin bırakın insanlığa, sadece çevreye yönelik saldırgan tutumuna
bakılarak bile kronikleşmiş derecede hasta olduğu sonucu çıkartıla bilinir.
Bu hasta medeniyet, göz göre göre hem
insanın ruhunu, varoluş nedenini, hem de maddi dünyayı yok ediyor. Peki durum
bu kadar ümitsiz mi? Geri dönüşü olmayan bir süreç mi yaşanıyor?
Modernizim, postmodernizm, çağdaşlık,
küreselleşme, batılılaşma gibi hayatımıza giren sözde medeniyet belirtileri ve
kavramlar, bize bu hastalığı doğal bir süreçmiş gibi gösteriyor. Bu süreç Toplumda var olan gayri insani hal
ve durumları hastalık olarak görmeye karşı bizi dirençli kılıyor.
Aslında aşağıdaki ayet bu soruya bir
cevap niteliğinde:
‘’ (Allah’ın buyruklarını umursamaz
hale gelen şu) insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve
denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Bu şekilde (Allah) belki (doğru yola)
geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara
tattıracaktır.’’ (Rum suresi: 41. Ayet)
Bu ayeti okuyunca ürperiyor insan.
M.S.7. yüzyılın başlarında, Hicret’ten altı veya yedi yıl önce, Mekke de inen
bu ilahi uyarı, tüm olumsuzluklara rağmen, henüz her şeyin sona ermediğine dair
bir ümit mesajı içeriyor aslında. ‘’belki doğru yola geri dönerler’’
Tabiki bozulan insan ancak ve ancak
yine insan çabası ile doğruya geri dönebilir.
Vesselam.