BAŞKA DAĞLARDA AÇAN ÇİÇEKLER: MÜLTECİ ÇOCUKLAR
Çocuk sözcüğü, önüne aldığı sıfatlarla büyüyen, sevinen, mutluluk saçan, yaşayan ve yaşatan, dünyanın en masum ve müstesna varlığını anlatır. Mesela mutlu çocuk, güçlü çocuk, sevimli çocuk, heyecanlı çocuk, başarılı çocuk gibi. Keşke çocuk sözcüğünün önüne hep umut ve sevinç sözcükleri gelse. Çocuklar mağdur olmasa, yalnız ve çaresiz, aç ve açıkta kalmasa. Mesela mülteci çocuk, suçlu çocuk, öksüz çocuk, yetim çocuk gibi sözcükleri kullanmak zorunda kalmasak hiç.
Oysa
bugün modernliğiyle mağrur vahşi batının yakıp yıktığı şehirlerden ve hatta
ülkelerden, dünya bahçesine saçılan mülteci çocuklar var. Sayıları on
milyonları bulan, acıları katrilyonlarla ifade edilemeyecek çocuklar. Annesini,
babasını, akrabalarını, arkadaşlarını, okulunu, oyuncaklarını, umutlarını ve en
mutlu anılarını ardında, enkazların altında bırakan, masum ve mağdur çocuklar.
Bu savaşları başlatanlar çocuklar değildi fakat tüm savaşların mağdurları hep onlar
oldu.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği [United
Nations High Commissioner for Refugees] verilerine göre 2020 yılı sonu
itibariyle çatışma, şiddet, insan hakları ihlalleri veya toplumsal olaylar
nedeniyle 82,4 milyon insan yaşadığı
ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Aynı araştırmaya göre dünya genelindeki
mültecilerin 35 milyonunu (%42) çocuklar oluşturmaktadır.
Mültecilik, bir çocuk için aşılması zor bir travma, pek çok güçlükleri
olan, yaşamlarını, gelişimlerini ve eğitimlerini tehdit eden bir süreç ve kötü
bir deneyim demek. Bazı çocuklar bu zorlukları aşamadan ne yazık ki göç
yolculuğunda hayatını kaybediyor. Başka bir ülkeye ulaşmayı başaranları ise
sığındıkları ülkelerde pek çok dışlayıcı, insan onuruna yakışmayan muameleye
maruz kalıyor.
Birleşmiş Milletler, Unicef ve Dünya Sağlık Örgütü gibi
kuruluşlar daha çok rapor hazırlamak ve sınırlı sayıda insanın yararlanabildiği
göstermelik yardımlarla günü kotarmak peşindeler. Mesela, bu acının ve vahşetin
sahiplerine yani kendi ülkelerinin yöneticilerine durun, yapmayın bile
demiyorlar. Oysa bu acıyı ve bu haksızlığı bitirecek olanlar hemen yanı
başlarında duruyor. Katillerle ve savaş baronlarıyla aynı salonlarda
toplantılar yapıyor, aynı masada yemek yiyor ve aynı kasvetli havayı
soluyorlar.
Belki de ölen çocukların Müslüman oluşu onları değersiz
kılıyor. Bu yüzden savunmak, kurtarmak ve korumak için çaba göstermiyorlar. Dikkatli
bir nazar, ölen, sürülen, göçe zorlanan çocukların İslam coğrafyasının
evlatları olduğunu pekala görebilir. Din, dil, ırk, kültür veya başka bir
gerekçe ile hiçbir insan, hiçbir çocuk mülteci olmamalı, evini, ülkesini terk
etmeye zorlanmamalı.
Üstat Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi “İnsan ağaçlar gibi boy atmalıydı
kendi toprağında. Dallarını göğe uzatmalıydı.” Kendi toprağında, kendi ailesinde ve huzur dolu bir ortamda büyümeliydi
çocuklar. Ölüm korkusunu taşımamalıydılar küçücük yüreklerinde. Yaşamak başka
bir coğrafyada değil kendi topraklarında da sahip olabilecekleri temel bir hak
olmalıydı. “Yaşamak” uğruna tel örgüleri, karlı dağları, eşkıyaları ve
haydutları aşmak mecburiyetinde bırakılmamalıydı, çocuklar.
Oysa özgürlük, adalet ve refah vaat ederek ülkelerine
gelenler, arkalarında parçalanmış hayatlar, enkaza dönmüş şehirler ve on yıllar
boyu teskin edilemeyecek kavgalar, kaoslar bıraktılar. En temel insan hakkı
olan “yaşamak” bile başka ülkelerde mümkündü artık. Çünkü vahşi Batı için insan
hakkı ve müreffeh bir hayat sadece batılı insana özgü bir ayrıcalıktı.
Arif
Nihat Asya’nın aşağıdaki dizelerinde söylediği gibi ağaçları, oyuncaklarını,
anılarını bırakıp başka ülkelere gitti çocuklar, yaşamak uğruna…
“Ve çocuk gittikten sonra,
Böyle kalır mıydı ağaç?
Ne olurdu onun da
Bacakları olaydı,
Ayakları olaydı!”
Vesselam…