17 Şubat 2022

​BAŞKA DAĞLARDA AÇAN ÇİÇEKLER: MÜLTECİ ÇOCUKLAR

Çocuk sözcüğü, önüne aldığı sıfatlarla büyüyen, sevinen, mutluluk saçan, yaşayan ve yaşatan, dünyanın en masum ve müstesna varlığını anlatır. Mesela mutlu çocuk, güçlü çocuk, sevimli çocuk, heyecanlı çocuk, başarılı çocuk gibi. Keşke çocuk sözcüğünün önüne hep umut ve sevinç sözcükleri gelse. Çocuklar mağdur olmasa, yalnız ve çaresiz, aç ve açıkta kalmasa. Mesela mülteci çocuk, suçlu çocuk, öksüz çocuk, yetim çocuk gibi sözcükleri kullanmak zorunda kalmasak hiç.

Oysa bugün modernliğiyle mağrur vahşi batının yakıp yıktığı şehirlerden ve hatta ülkelerden, dünya bahçesine saçılan mülteci çocuklar var. Sayıları on milyonları bulan, acıları katrilyonlarla ifade edilemeyecek çocuklar. Annesini, babasını, akrabalarını, arkadaşlarını, okulunu, oyuncaklarını, umutlarını ve en mutlu anılarını ardında, enkazların altında bırakan, masum ve mağdur çocuklar. Bu savaşları başlatanlar çocuklar değildi fakat tüm savaşların mağdurları hep onlar oldu.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği [United Nations High Commissioner for Refugees] verilerine göre 2020 yılı sonu itibariyle çatışma, şiddet, insan hakları ihlalleri veya toplumsal olaylar nedeniyle 82,4 milyon insan yaşadığı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Aynı araştırmaya göre dünya genelindeki mültecilerin 35 milyonunu (%42) çocuklar oluşturmaktadır.

Mültecilik, bir çocuk için aşılması zor bir travma, pek çok güçlükleri olan, yaşamlarını, gelişimlerini ve eğitimlerini tehdit eden bir süreç ve kötü bir deneyim demek. Bazı çocuklar bu zorlukları aşamadan ne yazık ki göç yolculuğunda hayatını kaybediyor. Başka bir ülkeye ulaşmayı başaranları ise sığındıkları ülkelerde pek çok dışlayıcı, insan onuruna yakışmayan muameleye maruz kalıyor.  

Birleşmiş Milletler, Unicef ve Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşlar daha çok rapor hazırlamak ve sınırlı sayıda insanın yararlanabildiği göstermelik yardımlarla günü kotarmak peşindeler. Mesela, bu acının ve vahşetin sahiplerine yani kendi ülkelerinin yöneticilerine durun, yapmayın bile demiyorlar. Oysa bu acıyı ve bu haksızlığı bitirecek olanlar hemen yanı başlarında duruyor. Katillerle ve savaş baronlarıyla aynı salonlarda toplantılar yapıyor, aynı masada yemek yiyor ve aynı kasvetli havayı soluyorlar.

Belki de ölen çocukların Müslüman oluşu onları değersiz kılıyor. Bu yüzden savunmak, kurtarmak ve korumak için çaba göstermiyorlar. Dikkatli bir nazar, ölen, sürülen, göçe zorlanan çocukların İslam coğrafyasının evlatları olduğunu pekala görebilir. Din, dil, ırk, kültür veya başka bir gerekçe ile hiçbir insan, hiçbir çocuk mülteci olmamalı, evini, ülkesini terk etmeye zorlanmamalı.

Üstat Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi “İnsan ağaçlar gibi boy atmalıydı kendi toprağında. Dallarını göğe uzatmalıydı.” Kendi toprağında, kendi ailesinde ve huzur dolu bir ortamda büyümeliydi çocuklar. Ölüm korkusunu taşımamalıydılar küçücük yüreklerinde. Yaşamak başka bir coğrafyada değil kendi topraklarında da sahip olabilecekleri temel bir hak olmalıydı. “Yaşamak” uğruna tel örgüleri, karlı dağları, eşkıyaları ve haydutları aşmak mecburiyetinde bırakılmamalıydı, çocuklar.

Oysa özgürlük, adalet ve refah vaat ederek ülkelerine gelenler, arkalarında parçalanmış hayatlar, enkaza dönmüş şehirler ve on yıllar boyu teskin edilemeyecek kavgalar, kaoslar bıraktılar. En temel insan hakkı olan “yaşamak” bile başka ülkelerde mümkündü artık. Çünkü vahşi Batı için insan hakkı ve müreffeh bir hayat sadece batılı insana özgü bir ayrıcalıktı.

Arif Nihat Asya’nın aşağıdaki dizelerinde söylediği gibi ağaçları, oyuncaklarını, anılarını bırakıp başka ülkelere gitti çocuklar, yaşamak uğruna…

“Ve çocuk gittikten sonra,

Böyle kalır mıydı ağaç?

Ne olurdu onun da

Bacakları olaydı,

Ayakları olaydı!”

Vesselam…