26 Şubat 2020

Beton medeniyeti ve sürgündeki çiçekler

Şehir, gri renkli elbisesini giymiş ve gökdelenler şehrin boynundaki gerdanlık misali ışıl ışıl parlıyor. Güneş, gökyüzünü parsellemek telaşındaki gökdelenlerin arasından uzanmaya çalışıyor, şehrin karanlık sokaklarına. Güneşi gören bir evde oturmak, denizi seyretmek ve temiz havayı teneffüs etmek hatırı sayılır bir servete sahip olmayı gerektiriyor şimdilerde.

Çiçekler şehirden sürgün olalı hayli zaman olmuş. Su ve güneş istemeyen, açmayan ve solmayan plastik çiçekler yeni gözdesi, betonla kaplı şehirlerin. Bu yeni medeniyette ne toprağa ne de çamura yer yok. Oysa insanın özü çamurdan değil miydi?

Şehirler eski ve yeni şehir diye bölünmüş ve eski şehirlerde yıldızlar da eskimiş. Yeni şehirlerin sokakları ışıl ışıl tabelalarla süslü, asık suratlı elektrik direkleri geceyle harp halinde ve gökyüzünün bağrı delik deşik ediliyor mütemadiyen havai fişeklerle. Evlerden sokaklara taşmıyor annelerin ninnileri ve çocuklar bilmiyor dede korkut hikayelerini. 

Ve çiçekler…

Sürgün edilmiş çiçekler, betonla kaplı şehirlerin sokaklarından, parklarından, evlerin bahçelerinden ve hatta pencere önlerinden. Kokusunu, zarafetini, hüznünü ve sevincini alıp yüce dağlara, yemyeşil ovalara, bozkırlara göç eylemişler. Kitaplara, fotoğraf çerçevelerine, eski İstanbul portrelerine emanet etmişler suretlerini. Bu sürgünlükte en üzücü olan ise çocukların, çiçeklerden bir haber büyüyecek olması. Çiçekleri tanımamış, çiçeklere dokunmamış, çiçekleri koklamamış bir çocuk büyüdüğünde eksikliğini hisseder mi çiçeklerin?

Oysa çiçekler, en çok çocukları severdi. Kendileri gibi masum ve günahsız, güzel ve narin çocukları. Çiçeklerin isimleri en çok kızlara yakışırdı. Gül, Nergis, Lale, Menekşe…

Ve artık çiçekler üzerine sözleşmiyor aşıklar. Sevdiğinin yolunu gözleyenler ıhlamurların çiçek açmasını beklemiyor. Kimseler saklamıyor artık kitapların arasında gül yapraklarını ve papatya yaprakları seviyor diye bitmiyor, kullan at ilişkiler çağında.

Şehirde kalan son çiçekler korulara, tabiat parklarına, korunaklı bahçelere ve hatta müzelere hapsedilmiş. Çiçekleri insandan korumak için özel tedbirler alınmış. Oysa, insanın merhametine emanet edilmişti tüm çiçekler ve tüm çocuklar. Modern insanın ne kalbinde ne de yaşamında yer yoktu artık bir çiçeğe. 

Duvarlarla örülü dört yanımız, gökyüzü çelik kulelerle kuşatılmış ve çiçeklerin kaderine sürgünlük düşmüş. Beton medeniyeti, yaşayan ve nefes alan her şeye düşman, çiçeklere ve çocuklara da. Yavaş yavaş ölürken dört duvar arasında, mevsimlerden, çiçeklerden, rüzgârdan ve güneşten habersiz geçiyor günlerimiz.

Bin yıllık medeniyetin taş duvarlarına, kıyafetlerine, çinilerine ve hatta mezar taşlarına ilmek ilmek işlediği çiçekler silinmiş birer birer tüm zeminlerden ve tüm zihinlerden. Oysa biz en sevgilimizi gül ile anlatır, gül ile anardık. Şimdi güllerde üzgün, şimdi güllerde sürgün…

Vesselam…