Bir devrin şairi Abdurrahim Karakoç
7 Haziran 2012’de Hakk’a uçan
Abdurrahim Karakoç’un (1932-2012) vefat yıldönümündeyiz. Şiirleriyle millî,
yâni İslâmî dâvası olan her grubun yiğit sesiydi Abdurrahim Karakoç. Sülâlace
şair olan Karakoç’un ilk şiirleri çocuk yaşta iken Elbistan Engizek
Gazetesi’nde yayınlanır. İlkokuldan sonra tahsil imkânı bulamadığı için
askerlik çağına kadar marangozlukla iştigal eder ve askerden gelince memleketi
Kahramanmaraş’ın Celâ (Ekinözü) ilçesi Belediyesi’nde muhasebe memurluğu
yapar.
Emekli olduğu l982 yılından
sonra Ankara’ya yerleşir. Güçlü şiir damarının yanında günlük gazetelerde,
millet düşmanı aydın ve idarecileri hicveden ivazsız yazılar yazar. Şiirleri
gibi yazılarında da memleket meselelerinin kanayan yaralarına dokunduğu için
sık sık mahkemeye çıkarılır. Fakat o şair olmanın yanında bir dâva adamı olarak
tavizsiz yazılarına devam eder. Meşreb olarak derviş olan Karakoç yozlaşmayı hiciv
tarzıyla işleyen şiirlerinin yanında dâva ve toplum şiirleriyle 1965 yılından
itibaren çeyrek asırlık bir dönemde sembolleşmiş bir şairdir. Şairliğiyle fikir
adamlığını birleştirerek İslâm’ın içinde erimiş milliyetçilik anlayışını
yiğitçe bir eda ile şiirleriyle ifade ettiğini bu satırların sahibi ve önceki
iki nesil bilir.
Şiir Kitapları: Hasan’a
Mektuplar (1965, 2. baskısı 1969) / Hasan’a Mektuplar ve Haberler Bülteni
(1969) / El Kulakta (1969) / El Tetikte (1969) / Bütün Şiirleri (1973) / Vur
Emri (1.baskı:1975, 2.baskı: 1976, 3.baskı:1977, 4.baskı: 1979, 5.baskı:1980, 1981 yılında 6.
baskıdan itibaren “Şiirler” adıyla 13. baskısını yapar ve 2000 yılında tekrar
“Vur Emri” adıyla yayınlanır) / Kan Yazısı (1.baskısı: 1977, 2.baskısı:1979,
3.baskısı:1981’de olmak üzere 7.baskısını yapmıştır / Suları Islatamadım (
1.baskı:1983 olmak üzere 5.baskısını yapmıştır) / Dosta Doğru (1988) /
Gökçekimi ( (1991) / Beşinci Mevsim (1987) / Akıl Karaya Vurdu ( (1994) /
Gerdanlık-1 (2000) / Gerdanlık-2 (2002) / Gerdanlık-3 (2005) / Parmak İzi
(2002) / Yasaklı Rüyalar (2002)
Deneme-Fikir kitapları:
Düşünce Yazıları (1990) / Çobana Mektuplar (1996).
ŞİİRLERİ MİLLİYETÇİ VE İSLÂMCI
KİTLELERİN DİLİNDE MARŞ GİBİ OKUNURDU
Abdurrahim Karakoç 1960’lı
yıllardan itibaren Anadolu’da üç kuşağa tesir edecek şiirlerini yayınlamaya
başladığında Türkiye 27 Mayıs Darbesi’nin millet düşmanı askerî vesâyet rejimi
altında esirdi. Bürokratik devletin zulümlerini, sosyal dertleri ve millî
meseleleri dile getiren şiirleriyle, darbecilerin baskıları altında ezilen
milliyetçi ve dindar Anadolu insanının sesi olur. 1967’de İttihad Gazetesi’nde
yayınlanan şiirleri 1973 yılına kadar İslâmcı ve milliyetçi kitlelerin dilinde
marş heyecanıyla söylenir.
“MEKTUP YAZDIM HASAN’A / HA HASAN’A, HA SANA”
Türkiye’de 1965’ten itibaren
aklı şiire yeten her Anadolu insanı, yirmi şiirden meydana gelen Hasan’a Mektuplar’
ın bölüm levhası olan “Mektup yazdım Hasan”a, ha Hasan’a, ha sana...” mısraını
muhakkak ki bilir. Şairin hiciv ve sosyal konulu şiirlerinin sembol ismi olan
ilk şiir kitabıdır. Şairin, Hasan’a Mektuplar’ında
“ Oğul, bir mektup yaz bizim Hasan’a / Bıldır ki itlerin çoğu öldü, de / Tor
tosunlar kayış yardı bu sene / Koc’öküzler epey ayrık yoldu, de” diye başlayan şiirleriyle, bu şiirlere
karşılık beş şiirden oluşan “ Hasan’dan Gelen Mektuplar” birlikte okunduğunda
iç ve dış memleket meselelerinden vatandaşın ıstırap ve mahrumiyetlerinden
haberdar oluruz. Bu şiirlerde sembol olarak köyde kötü şeyler olduğu
anlatılmaktadır. Anlatılanlar Türkiye’deki kötü rejim ve idarecileridir, Yunan
ve Moskof kâfiridir. Nato’nun dalavereleridir. Ahlâksızlık ve yabancı
ideolojilerin cirit atmaya başlamasıdır. Hasan’a Mektuplar’ı takip eden diğer
kitaplarını da içine alarak 1973’de “Bütün Şiirler”,
1975’de “Vur Emri” adıyla
yayınlanır. 1981’de tabanca motifli besmele bulunan kapak kompozisyonuyla
yayınlanan bu kitap adı ve kapağı “laikliğe aykırı bulunmasından” dolayı satışı yasaklandığı için “Şiirler” adıyla yeniden basılır. 2000
yılında tekrar “Vur Emri” adıyla yayınlanır. “Kan Yazısı” kitabıyla da bu çizgisini sürdürür.
KÖYLÜ, ŞEHİRLİ BÜTÜN İNSANLAR BİRKAÇ ŞİİRİNİ EZBERE
OKURLARDI
Her devrin kendi şartlarında
tesirli olan şairi dönemindeki yankılarıyla değerlendirmek gerek. Bu satırların
sahibinin babası ve dedesinin kuşağı, alt ve orta sınıf köylü, şehirli esnaf ve
sosyal gruplar 1960’lı yılların ortasından bu yana Abdurrahim Karakoç ismine
âşina olduğu gibi en az birkaç şiirini ezbere okurdu. O yıllarda Anadolu’da
milletiyle bu kadar bütünleşen ve tesir bırakan bir şairin sayısı kanaatimce
bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Kendi devirlerinde milletiyle
bütünleşen ve yüreklerde millî bir vicdan olarak yer eden şairlerdendir
Abdurrahim Karakoç. 1970’li yılların “sağ-sol” kavgası ortamında en keskin
solcuların onun birçok şiirini vecd ve heyecanla ezbere okuduklarına âcizane
şahitliğim çoktur. Farklı grupların onun şiirlerinde ortak dertlerini ve ezilmişliklerini
bulduklarına dair yüzlerce hâtıra aktarmak mümkün. İdeolojik bölünmelere rağmen
insanımız onun şiirlerinde kendi özünden bir ses, bir haykırış, bir itiraz
damarı buluyordu.
“KÖR DÜNYANIN GÖBEĞİNE / HAK YOL İSLÂM YAZACAĞIZ”
O yıllardaki ifadeyle “sağcı
ve mukaddesatçı” veya “milliyetçi ve İslâmcı” diye adlandırılan siyasî ve fikrî
grupların dilinde şiirleri ortak bir marş gibi okunurdu. “Kör dünyanın göbeğine
/ Hak yol İslâm yazacağız / Kuşların gözbebeğine / Hak yol İslâm yazacağız” ve
“İslâm miraçtır, ülkü sancaktır” mısralarının yer aldığı şiirleri devrin
İslâmcı ve milliyetçi câmiada yüz binlerce insan tarafından yürekten fışkıran
bir dille söylendiğini unutmak mümkün değil. Entel takılan sözde edebî
otoriteler ve münekkitler o devirde Karakoç’un milletçe okunan dâva ve sosyal
şiirlerine güya “sanatlı şiir değil, siyasî bir söylem” diyorlardı. Bir
devirdeki tesiri bakımından bakıldığında milletin büyük bir kısmınca kalben ve
fikren kabul görmüş bu şiirleri kasıtlı olarak görmezlikten gelenler milletle
bütünleşemeyen ağyar aydınlardı.
BÜROKRATİK ZULMÜ MANZUMLAŞTIRAN ŞİİR: “İSYANLI
SÜKÛT”
Abdurrahim Karakoç,
şiirlerinde köylüydü, kasabalıydı, şehirli milliyetçi ve İslâmcı münevverdi,
yâni cümle milletti. Milletine aidiyet hissetmeyen grupların ve entel
aydınların şairi değildi.“İsyanlı
Sükût” şiiri bu ülkede köylüden şehirliye, İslâmcısından milliyetçisine, Alevî
ve Kürt kardeşlerimizden sosyalistine, çayhânecisinden meyhânede “kafa çeken”
yerli berduşuna kadar ezbere ve yürekten okunurdu. “Gitmişti makama arz-ı hal
için / ‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını / Bir azar yedi ki oldu o biçim /
‘Şey’ dedi, yutkundu eğdi başını / Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı / Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı / Bir
baktı konağa alttan yukarı / ‘Vay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.”Bu şiir tek başına, Türkiye’deki bürokratik zulmü,
idarecilerin tepeden bakışını ve menfaatsiz iş yapmayan bürokrasinin Anadolu
insanına yaptığı eziyetleri anlatmaktadır. Bu şiirin hakkını ve Anadolu’daki
tesirini o devri idrak edenler verebilir ancak.
HECE VEZNİNİN EN USTA ŞAİRİ
Anadolu şiirinin ustalarını
sayarken Karacaoğlan, Emrah, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Âşık Veysel ve
benzeri çizgiyi sayıp günümüze geldiğimizde bu tarzın sazsız şairi olarak
modern zamanların içtimaî meselelerine, gurbet, sevda ve aşk üstüne hecenin ve
kafiyenin en çaplı ustalığıyla şiirler yazan Abdurrahim Karakoç’tur. Şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz: Serbest ve kapalı sanat şiirinin dışında geleneğe
bağlı Türk şiirinin en usta şairidir. Onun şiir gücünü anlamak için mısraın
unsurları olan ahenk, aliterasyon, mûsiki ve güçlü kafiyenin şiirde nasıl
harmanlandığını bilmek gerek. Şiirlerinde yerli fikrin yanında, mûsikinin
unsurları olan asonans (şiir içinde aynı seslilerin tekrarına dayanan ses
oyunu), güçlü kafiye ve rediflerden oluşan mısralarıyla yüksek bir ahenk
oluşturur. Vuzuh, açıklık, sarahat esastır. Gelenekli hece şiirini aşan, bol
mecaz, mazmun, cinas ve edebî sanatlar çokça yer alır. Şiirlerini dinî ve
hamasî şiirler; aşk, gurbet, tabiat, toplum ve hiciv şiirleri başlığında üç
kategoriye ayırabiliriz. Hicivlerinde hükümetler, idareciler, bürokrasi ve
aydınların vatandaşa ettiği zulümler keskin bir şekilde yer alır. Şiirinde
yapmacık ve dışarıdan biri değildir. Köylünün ve kasabalının içinde kendisi de
vardır. Heybetli bir dille meydan okuyan bir üslûba sahip. Prof. Dr. Sadık
Kemal Tural’ın ifadesiyle “Onun psikolojik yapısında Nef’î’ce bir erkek ses
vardır.” Bu “erkek ses” milletin
meselelerine, dertlerine ve dâvalarına tercüman olur. (Zamânın Elinden Tutmak/Edebiyat Nazariyatı-Edebi
Tenkit Örnekleri, Ötüken Y. 1982)
“BU DÂVA DEDEMDEN KALDI HÂKİM BEĞ”
Yedi şiirden oluşan “Vatandaş
Türküsü” başlı başına günümüz Türk hiciv şiirinin bir şaheseridir. “Hakim Beğ”
şiiri bu halkanın başında yer alır: “Gene tehir etme üç ay öteye / Bu dâva
dedemden kaldı hakim beğ / Otuz yılda babam düştü peşine / Siz sağolun o da
öldü hakim beğ.” “Tohdur Beğ” şiiri de yoksul ve gariban köylünün derdinin
devası için binbir müşkülatla geldiği şehirde doktorun karşısında eziklik
duygularını dile getirir: “Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç / Keyf için
gelmedik bura tohdur beğ / Fukara harcından yaz da bir ilaç / Olsun derdimize
çare tohdur beğ.”
Vatandaş Türküsü’nün üçüncüsü
olan “Mebus Beğ” şiirinde Tek Parti Dönemi’nden başlayıp yakın yıllara kadar
sürüp gelen milletvekilliği müessesindeki çarpıklıklar gözümüzün önüne gelir:
“Vallahi sıtkımı sıyırdım senden / Tiksintimi naz belleme mebus beğ /
Yoksulluktan yanan kara bağrımı / Isınacak köz belleme mebus beğ.”
EHL-İ KÂMİLİNDEN SARHOŞUNA KADAR HERKES “MİHRİBAN” I
BİLİR
“Yâr, deyince kalem elden
düşüyor / Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
/ Lâmbamda titreyen alev üşüyor / Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban”
mısralarının yer aldığı altı dörtlükten oluşan “Mihriban” şiirini bu ülkede
sağcı-solcu, dahası hiçbir fikrî ve siyasî rengi olmayan lümpen ve yerli
sarhoşlar bile ezbere okuyup kendinden geçerlerdi. Bununla kalmayıp, “Sen
Varsın” şiirinin ilk dörtlüğü olan “Gönül tezgâhımda şiir dokudum / İplik iplik
nakışında sen varsın / Aşk yolunun kanunu okudum / Madde madde yokuşunda sen
varsın” mısralarını en kâmil insandan berduş gençlere kadar vecdle okunduğunu
70’li yılların nesli gayet iyi bilir. “Nöbetçinin Vukûatı” şiirinin ilk
dörtlüğü, sayısı milyonları geçen iki kuşak ve onlarca tertip asker tarafından
askerlik hâtıra defterlerine aynen yazılıp sıla hasretlerine niyet olarak
okunmuş, askerî kışlaların duvarlarına yazılmış ve hattâ intihal yapılarak
taklit edilmiştir: “Yüzbaşım, garajda nöbet
tutarken / Hatırıma sıla düştü bu gece / Güngören’in horozları öterken / Gönül
kalktı yola düştü bu gece...”
“EZANLAR BUZ TUTMUŞ MİNARELERDE”
Şu şiirindeki zengin çağrışım
ve fikirler hangi modern şiirde bulunur dersiniz?: “Ezanlar buz tutmuş
minarelerde / Yaylalarımız dermiş ki: Töremiz nerde? / Yolların hasretle
bittiği yerde / Her dağ yamacında bir mezar üşür.” Medeniyet coğrafyamızdaki milletdaşların
istiklâl mücadelesini çarpıcı ve beyinleri kıvrandırıcı şu mısralarla dile
getirir: “Yürü: duvar beton, otur yer beton / Tavana bakarsın ‘bakma’ der beton
/ -Yağmur kokan toprakların nerede? / Ne çiçekler açar, ne kuşlar öter /
Yoların on adım ötede biter / -Serbest gezen ayakların nerede?”
“SULARI ISLATAMADIM”
1983’te
yayınlanan “Suları
Islatamadım” kitabıyla
hiciv ve sosyal muhtevalı şiirinden farklı bir çizgide yeni bir ufuk oluşturur.
Bu kitabıyla yeni imajlara kanatlanır.
Onu “kavga, siyasî ve ideolojik söylemler, hamaset ve keskin taşlamalar şairi”
olarak yaftalayanlar, “Suları Islatamadım” adlı kitabında işlenen mânevî âleme
ait konuları, yeni mazmun, cinas, teşbih ve tedaileri iyi niyetle
okumadıklarından görmezden gelirler. İnsanın dünya imtihanındaki muhasebesi
sâde ve mûsikili mısralarla nasıl bu kadar tesirli yazılırmış okuyalım:
“Savaştayım elli yıldır / Ömrüm geçti boşalt, doldur / Anlamadım, bu ne haldir
/ Bir gün silah çatamadım / Suları ıslatamadım.”
“BELEMİŞLER KAPLARA UYUTMUŞLAR SULARI”
“Suların Hikâyesi”
dörtlüğünde dünya ve âhiret dengesini kuramayan güruhun hâlini yeni ifade
kalıplarıyla kelime israf etmeden icaz sanatının bütün gücünü kullanarak bakın
nasıl yazmış: “Belemişler kaplara, uyutmuşlar suları / Ve sermişler iplere
kurutmuşlar suları / Dalmışlar eğlencenin fikirsiz oyununa / Ya toprakta, ya
gökte unutmuşlar suları.”
İç ve dış kafiye, ses ve
mûsiki gibi şiirin ana unsurlarından uzak bir çuval kelimeden oluşan modern
şiirlerde “Suların Hikâyesi” ndeki ifade ve mâna lezzetini bir arada bulabilir
miyiz? İslâm’a teslim olmuş bir insan, şairin şu dörtlüğüyle vecde geçmez
midir?: “Selâm Azrail’e, doğan bebeğe / Selâm tadlı sona, acı gerçeğe / İmana,
irfana, zindana selâm / Selâm umut, sabır ve geleceğe.”
ŞİİRLERİYLE AYDINLARA VE İDARECİLERE SAVAŞ AÇAN ŞAİR
Şair, yoksul halkının
bürokratik seçkinlerce horlanışını, hakkının gözetilmeyişini ideolojik
istismara başvurmadan dile getirir. Sosyalistler gibi bölücü değil, bağrında
yaşadığı milletiyle aynı imanı taşıyan bir şair olarak hicveder. Halkına
yabancılaşan aydınlara, mebuslara, hâkimlere, despot bürokratlara şiirleriyle
savaş açar. Aydınlar, milletin edebî kültürüne değer veriyorsa, Türkçe’nin
ifade biçiminde kullanılan meseller, deyimler ve vecizelerin onun şiirinde
fikirli mısralara dönüştüğünü görmelidirler. Şairin şu kısacık mısralarındaki
ifade gücüne hayran olmamak mümkün değil: “Omuz verip dert yüküne / Kin
mülkünden aşk mülküne / -Göçenler hani, ya hani? / (...) Haklılara olup derman / Haksızlığı
harman harman / -Biçenler hani ya, hani? /
Yardım ederken düşküne / Vurulup cennet köşküne / - Uçanlar hani ya,
hani?”
Hece şiirini
yenileyen şair, son dönem türkü listesine bestelenen şiirleriyle de damgasını
vurur. “Mihriban”, Tohdur Beğ”, “Hâkim
Beğ” olmak üzere Karakoç’un şiirlerinden bestelenen pek çok türkü yüreğimizi
saran “gönül işi türkülerdendir.”
Hâsıl-ı kelâm;
Karakoç yaşadığı döneme damgasını vuran
Allah vergisi şairliğiyle milletimizin duygu ve düşüncelerini temsil eden şair
olarak gönüllerde yaşayacaktır.(ilbeyali@hotmail.com)