Bir lisan derdi: Osmanlı(ca) Türkçesi

Kıvamını yayıldığı coğrafyaların kültürel hareketliliğinde bulacak kadar maharetli olduğu hâlde, medeniyet birikimlerini keskin dönemeçlerde yitirmiş, çok eksik bir mirası devralmış, olma ve yitirme arasında yaşanan gerçekleri anlama konusunda hâlâ çaba gösteren bir milletiz biz.

Elbette herkes yaşanan kırılmaları, yok olan değer yargılarını ve değişimlerde kaybolanları “yitik” kelimesiyle karşılamıyor. Ülkenin etnik ve dinî konumundan memnun olmayan kimileri bu yitimi bir zafer olarak görüyor.

Bu toprakların özü, bütün dayatmalara, cendere imtihanlarına rağmen sınırsız yozluğu kabul etmiyor hâlâ. Yitirdiği her zerreyi iliklerine kadar hisseden o güçlü damar bir şekilde hayatta kalıyor.

Ne zaman toplum değerleri nezdinde olma ve yitirme arası yaşananlar kritik edilse en çok dil konusu gündeme geliyor. Çünkü değerlerin nesilden nesile aktarımını sağlayan en güçlü araç…

Sık sık söylenen “dili olmayan bir millet yok olmaya mahkûmdur” cümlesinin hayat gailesi ile hamhâl, günü sokakta ve yalnızca sözlü diyaloglarla geçen kişilerce anlaşılmadığı malum. Ondan da ötesi, bu mesele eğitimciler ve okumuş yazmışlar tarafından da yeterince anlaşılmıyor. Dil hakkında hemen herkesin en çok duyduğu cümle iken, karşılık geldiği ihtilaflı manalar üzerine de yeterince konuşulmuyor.

Türkiye'deki muhtelif etnik diller üzerine geçtiğimiz yakın seneler içinde yapılan değerlendirmeler ve varılan sonuçların çerçevesiyle sınırlı bir dil algısı var.

Her lisanın bir adı var. O ad değiştiğinde konuşulan başka bir lisan oluyor. “Osmanlıca” tanımlamasına yaklaşım da bu şekilde.

Okunup yazıldığını görenlerin artık hayatta olmadığı, bir zamanlar konuşulmuş, bugünkünden ayrı ve artık kullanılmayan eski bir dil olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla bugünkü lisanın daha kolay öğrenildiği hükmü kamuoyunda daha çok karşılık buluyor.

Kaybedilip yeniden keşfedilmiş bir ada olan “Osmanlı Türkçesi”, yabancı lisan öğrenimi bunalımını bir türlü aşamamış nesillerin gözünde büyüyor.

Yerli ve millî anlayışla yetişmiş gençlerin bile Türkçeden farklı bir lisan gibi algılıyor olması problemi bir ölçüde anlatabiliyor.

Osmanlıcanın Osmanlı Türkçesi olduğu konusunda artık hem resmî, hem de kamuoyu söylemlerinde hemfikir olmamız gerekiyor.

Milliyetin bitişiğine -ca, -ce ekleri gelince o milliyetin dilinin anlaşılması durumu Osmanlı'ya uyarlanınca hatalı bir kullanım olur. Bir devamlılıktan değil, mühürlenmiş bir ‘son'dan bahsetmiş oluyorsunuz. Kültürel kırılmadan kaynaklı tabii akışın bozulmasını da izah edecek argümanınız kalmıyor. Tıpkı biçim (alfabe) ayrılığı gibi bugünden ve hayatımızdan dışlanmış oluyor.

Osmanlı'da tabii yoldan birçok lisan hareketi yaşandı. Bu hareketliliğin vücut bulduğu eserler ve bu seyrin kaderi, müelliflerin kalemine bağlıydı. Türkçenin kelimelerine binlercesi eklendi ve böylece lisan bilgisi alanında da genişleme oldu.

Zaman geldi müellifler dil hareketlerinde ayrı tercihler yaptılar. Mesela Servet-i Fünun hareketiyle dil daha ağdalı bir hâle gelirken Ömer Seyfettin gibi öncüler bu aşırılığı reddetti ve sade lisan akımını önerdi. Aynı dönemlerde literatür adına iki ayrı lisan anlayışı oluştu. Ama alfabenin büyük kısmı Arap alfabesinin aynıydı. Arap alfabesinde olmayan harfler eklenmişti. Ayrıca yazımda Arapça kurallara göre değil, Türkçeye göreydi. Bu onların zıt kutupları temsil etmesine engel değildi.

Bizim Osmanlı Türkçesini öğrenmek ve öğretmekten gayemiz, geçmişle atılan köprülerin yeniden kurulmasını sağlamak. Çünkü bütün milletlerin biricik endişesi devamlılıktır. Kökünü tanıyarak var olma iddiasını güçlendirmek, medeniyet iddiası olan her toplumun pratiğidir.

Öğrenmek, öğrenilen her ne ise işlevsellik kazanmadıkça külfetten başka bir şey sayılamaz. Geçmişe dair anlatacağınız her şey, kendi kaynağıyla yüzleşilmedikçe havada asılı kalan bir hikâyeden farksız. Bizi inandıran, öğrenme beraberinde aşina olabilmektir.

Lisanı alfabeden ibaret saymaya devam edersek, bu gidişle “Osmanlıca” ile bir yere varamayız. Lisanı, hayatın her sathında kendine yer bulan, kelime devşiren ya da kovan tabii bir mekanizma olduğunu kavrayabilirsek, Osmanlı Türkçesi bizi doğal olmayan yollardan dibe gömülmüş kayıp hazinelerimize kavuşturabilir.