Bir maarif hasbihalinden geriye kalanlar
Kış soğuk, karlı yüzü
ile baharı içinde meknuz halde hükmünü sürüyordu. Havanın bu zorlayıcı hâli
içinde düşünceleri kaynattığımız bir gölgelikte yine hasbihal çaydanlığı
kaynayıp, manalar demlenmişti. İnsanı şahıs olmaktan şahsiyet olmaya taşıyan
şeyi düşünüyorduk. Şahsiyet ile kabiliyet arasındaki o yeri sezmeye
çalışıyorduk. İnsanın bilkuvve cevheri nasıl olur, ne ile olur da aşikâr olur
hayata bilfiil katılırdı?
İstidatların fesada
uğraması, erozyona uğraması yahut atıl kalması vatan toprağının ifsadı kadar
belki ondan feci bir yıkım değil miydi? İşte burada Remzi Oğuz Beyefendi, “Bizim yükselme meselemiz; elimizde en büyük
sermaye ve kuvvet olan “insanımız”ı çoğaltmaya, keyfiyetçe birinci sınıf insan
haline getirmeye; bu insanları örnek bir insicamla birleştirmeye, bir
kalmalarını temine bağlı. (Remzi Oğuz Arık, Türk Milliyetçiliği, İst.,
1992, s. 71.)”, dedi. Sermaye kavramı yeniden bir mefhum kazandı. Millet
çocuğu, evlad-ı vatanın imarı, keyfiyet kazanması ve birleşmesi davası ne azim
bir işti. İnsanımız çoğaldıkça, nicelik arttıkça azalıyorsak buna ne demek
lazımdı?
İnsanın şahsiyeti nerede teşekkül eder ki bu
mahiyeti müdrik olsun ve hayata değer olsundu. İşte orada Tevfik Bey söze dâhil
oldu: “Cemiyette, ferdi ahlaklı yapmak ve
ahlaklı tutmak için gerekli ilk şartın hürriyet ve buna müstenit bir zihniyet
ve anlayış, bir nizam olduğu malumdur. Ahlaklı insan, iyiyi, kötüyü kendi
iradesi ile ayıran, hareketlerinin mesuliyetini müdrik, şahsiyet sahibi
insandır. İnsanın şahsiyet ve irade sahibi olması için de, ilk şart elbette
hürriyettir. Hür olmayan insanda nasıl irade arıyabiliriz? (Her yönüyle
Tevfik İleri, Ankara, 1997, s. 133”), derken önümüzde ferahfeza dört gidiş-geliş
bir yolu açıveriyordu. Akıl, ahlak ve adalet tecelli edecekse idraklerin
hürriyet ile mücehhez olması ve bu irade ile hareket etmesi gereği maarif
meselemize dair başka bir mecrayı da gözümüzün önüne getirivermişti.
İşte bunun üstüne Remzi
Oğuz Bey “Bugün de gerçek milliyetçiler
insanlığın eriştiği, erişmeyi hedef bildiği en ileri tekniği, en ileri yaşamayı
memlekette yerleştirmeyi, memleketi iktisatça, teknikçe tek parça haline
getirmeyi temsil etmiyor mu? (Remzi Oğuz, Arık, Türk Milliyetçiliği, İst.,
1992, s. 57)”, deyince milliyetçiliğimizin ana davalarından gördüğü mesele de
tecessüm ediverdi. Aşkınız kemal olsun dedim içimden, aşk olsun bu nazarla ve
yolla insana bakmak o nesne değil de bir irade ve şahsiyet varlığı görmeden
nitelikli eğitmenin imkânı var mıydı?
Remzi Oğuz Bey tam
burada bana bakarak iç çekti ve “Üniversiteye
girmeniz tesadüfle başlar: Hemen hemen hiç biriniz, istediğiniz ve kabiliyetli
olduğunuz yere değil; elinize geçebilen yerlere takılmışsınız. Zekânızı kim
ölçmüş, temayüllerinizi kim incelemiş, nerelerde kendinize ve bu memlekete daha
verimli olacağınızı kim arayıp sormuştur? (Remzi Oğuz Arık, Türk
Gençliğine, İst., 1968, s. 10)”, deyiverdi.
Başım önüme eğildi.
Ailemin böyle bir meselesi olmuş muydu? Onlara bunu bir mesele olarak öğreten
oldu muyduki? Verimli olmak için kabiliyetlerin niteliğe dönüşeceği yerde bir
milli eğitim hayalimiz var mıydı? Okul öncesinden başlayarak insanımızı böyle
bir meselenin konusu yaptık mı? Zeka, temayül ve verimlilik çerçeveli bir
eğitim, maarif davamız olduğunu düşlerken Remzi Oğuz Bey ah eder gibi iç
çekerek devam etti: “Türk’te sanatın
dehasını aksettirecek olan insan, bir nahiyede silik bir müdür, yahut, bir
kıtada iştahsız bir subaydır. Türkiye’de felsefeyi, edebiyatı yahut Türk şiir
kabiliyetlerinin feyzini vatanımızda ve insanlığın içinde temsil edecek insan,
Ziraat Fakültelerinde, yahut Sorbon’da Biyoloji Enstitüsünün sıralarında
silinip gitmektedir. Yani, bu alanda da henüz “atın önünde et, itin önünde ot!” bulunmakta, et bir yerde, ot bir yerde
çürümekte; hem at, hem it açlıktan ölmektedir. (Remzi Oğuz Arık, Türk
Gençliğine, İsts., 1968, s. 10?”
Aynada adeta kendime
bakıyordum. Bu bilge zekâların sözleri ile o kış içindeki baharın sesini
duyurmuştum işte. Söz yükselmiş kuru gürültünün pazarı daralmıştı. Vatandaşı
söz ile teshir etmeyi marifet bilmenin ötesinde milliyetçilik, vatanı sevmek
insanına dair samimi, sağduyulu düşünmek ve amel ile bunu harekete geçirmek,
daha ne olabilirdi?
Lakin bunun imkânı
olacak ortam neydi? Nasıl bir cemiyet ve çevre bu neticeyi hâsıl edebilirdi?
Bunun derdi ile çayımdan yudumlarken Tevfik Beyin sözleri yetişti: “Hürriyet, ferdin, şahsiyet olabilmesi
yolunda kendi değer ve kabiliyetlerini inkişaf ettirmek için cemiyet hayatında
bulunması gerekli imkânlara sahip olması şeklinde mütalaa edilebilir. Bu
cemiyette, umumiyetle ferdin değer ve kabiliyetlerinin inkişafı için gerekli imkânlar
varsa hürriyet var, yoksa hürriyet yoktur. Hürriyetin var olduğu bir cemiyette,
ilim sanat, siyaset ve ticaret sahasında her çeşit kabiliyetin inkişafı için
bütün kapılar açıktır. (Her yönüyle Tevfik İleri, Ankara, 1997, s. 133.)”
İşte hürriyet davasının
merkezi ile maarif meselesi şimdi şahsiyette birleşmişti. Hürriyeti yaygara
haline getiren özgürlük şamatacılarından darlanan zihnimde bir başka mefhum
canlandı. İnsanın kabiliyetlerinin inkişafı onun en temel insan hakkı değil
midir? Bir maarif bu dava üzerine yükselmeli değil midir? Hülasa şahıslar
şahsiyet olmadıkça akıl, ahlak ve adalet, yayını bulamamış ok gibi atıl kalmaya
mahkûm gibidir.
Hayat ve insanın
imtizacında hürriyet ve maarif davaları üzerinden bir şahsiyet teşekkülü ile
millete ve insanlığa fayda gayesi taşıyan bir insan keyfiyeti ile çoğalan
bireylerin heyeti umumisinin insanlık için umut olacağı memuldür. Remzi Oğuz Arık
ve Tevfik İleri Beylerin masasında maruzatımın hâsılası bir hasbihalin akıldaki
ışıkları ile müsaade isteyip kalkarken o mütebessim simalardaki güzelliği de
yanıma alarak karlar arasında göklerdeki rahmetin kurak topraklara nasıl
düştüğünü düşünerek yoluma devam ettim.
Vesselam