04 Temmuz 2015

Bir tutam huzur...

Havaalanındayım. Kim bilir kaçıncı kez bu. 241 numaralı kapının bekleme koridoru şimdilik sakin. Oturduğum yerin arka tarafında, kitapçıdan Zeki Müren'in yıllar öncesinde seslendirdiği bir şarkının nağmeleri ulaşıyor kulaklarıma. Müzikal olarak hazırlanmış bir CD olmalı. Huzur veren bir kemanın melodilerine yüklemişler şarkının nağmelerini. İyi olmuş. Gözlerimde de öylesine bir uyku var ki, sabah sabah mutlu bir dünyaya alıp götürüyor beni.

''Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu

Hiç ayrılamayız derken kavuşmak hazan oldu...''

Bugünmüş gibi. Üniversite birinci sınıftaydım. Âşıktım. Duygularım, dünyanın en merkezine koymuştu aşkımı. E gönülde bir de aşk oldu mu bilen bilir gerisi benim için de boş ve anlamsızdı o günlerde. Oysa yoğun duyguların sarmalında, arabesk dağılmışlığı aşk sandığım bir başka zamandı yaşadığım sadece.

Karşıdaki ağaçlı küçük tepeye bakıyorum camdan dışarı.  Bir çırpıda hesap ettim. 34 yıl geçmiş üzerinden. Bugün onca zaman sonra o tarihi düşünürken, bu şarkıyı dinlediğim zamanın herhangi bir anında bugünü düşünmüş olmamın ihtimali var mıydı?

Sanmıyorum.  Kaçımız yaşadığımız yaşlarda, yaşanan yaşın bir buçuk katı yıl sonrasının ne olacağını düşünür ki?

Neler yaşandı, neler duyduk, okuduk, yazdık, çizdik onca zaman içinde. Belli başlı şeylerin dışında başka ne hatırlayabilirim diye biraz daha çabalıyorum ama olmuyor. Maalesef yaşanan anların çoğunu hatırlamam mümkün değil. O tarihten sonra okul bitti, işe girdim, evlendim, dünyanın bir ucuna taşındım, kızım oldu, işe girdim, bir kızım daha oldu... Her düşündüğümde içime tatlı bir dinginlik düşüren ömrün bu mihenk taşları içine serpiştireceğim daha birçok yaşanmışlık var elbet. Ama mesela o gün günlüğüme ne yazdığımı anımsamıyorum. Ya da o sabah uyandığımda ilk ne yaptığımı. Babamla ne konuştuğumu, mevsimin ne olduğunu, saçımı nasıl taradığımı hatta ekmeğin fiyatını.

Akıp giden her an, bir zamanlar hayatımın en önemli şeyi addettiğim o aşk anı gibi nicesini alıp götürüyor.

Bugün önem verdiğimiz, yazmasak, çizmesek, iki çift laf etmesek olmaz dediğimiz birçok şey de yaşarsak bundan 34 yıl sonra anımsanmayacak şekilde süzülüp gidecek ömrümüzden.

'Maalesef yaşanan anların çoğunu hatırlamamız mümkün değil' dedim az önce. Neden 'maalesef'?

Oysa ömür dediğimiz bir kapıda başlayıp bir başka kapıda son bulan yolculuğumuz içinde o kadar çok şey yaşıyor, görüyor ve duyuyoruz ki bir zaman sonra onları unutmuş olmanın sayesinde tamamlayabiliyoruz o yolu.

Hikmete bakın ki unutmaktan şikâyet ederken, unutmanın sayesinde her defasında ayağa kalkacak şekilde kurgulamış bizi yaradan.

O yüzden 'unutmak' her daim maalesef diyecek kadar tamamen kötü bir şey değil. Hatta yaşama tutunabilme direncimizin her defasında artması için insanın en şaheser özelliğinden biri belki de.

Yoksa yaşanan acıların, ağrıların, kederlerin bizi hiç terk etmeden, her anımıza takılıp kalması kim bilir ne çok  azap verici bir şey olurdu, düşünsenize. Yaşadığımız onca kötülüğün bizdeki yıkımları, işkencelerin travmaları, yitirilenlerin eksikliği, kavgaların burukluğu, sözlerin ağırlığı ile geçen zaman hiç yarına dair bir umut bırakır mıydı içimizde?

Zaman her şeyin ilacıdır denmesi de boşa değil. Zamanı yaralarımıza derman olan bir ilaç olarak düşünmenin sebebi belki de 'unutuyor' olmakta gizli. 'Unutmak' Allah'ın gelecek adına umutlanmaktan vazgeçmememiz için mayamıza kattığı bir ilaç, bir izzeti ikram.

Lucretius 'İnsan ölecek olmasına rağmen, hayata mutlu olmak için gelir' demiş.

Bir tutam huzur için bir gün ölecek olmayı değil ama onca harala gürele içinde zamanımızı alıp giden birçok gereksiz şeyi unutmak gerekiyor belki de.

Kalkış anında uykunun ağırlığına dayanamayan gözlerimi açtığımda kendimi bulduğum binlerce metre yüksekliğin sonsuzluğunda şimdi onu yapacağım.

Belki bir süreliğine olacak ama her şeyi unutacağım. Gök kubbenin koynunda bir tutam huzur için yazılıp, çizilecek onca şeyin albenisinden vazgeçip, sükunete dalacağım.

Dünya isteyenin olsun.