20 Haziran 2015

Bırakın bu 'Demirel Naatları'nı

"Kör ölür badem gözlü olur" atasözü bir kez daha doğrulandı. İnsanların okuma hürriyetine kast eden, hayali ihracatı hayatımıza sokan, Türk demokrasisinin önündeki 50 yıllık engel Demirel ölünce neredeyse Demokles ilan edilecek

Yazarımız Baki Murat, Türk Basın'ının Demirel Naatları'na isyan ederek şunları söylüyor: "Haydi, kendi akrabalarını palazlandırırken, memleketi yetmiş sente, bizi lânet yokluklara talim ettirdiğini dünyanın haline verelim."

Demirel'in her dönem demokrasinin önünde engel olduğunu hatratarak şunlar dile getirdi: 'bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtmezsiniz' derken bile sokaklarında patır patır sağcı-solcu gençlerin ölmelerine olan ilgisizliğinin günahını darbecilere yükleyelim.

Demirel,  bu ülkede demokrasinin gelişip, serpilmesi için ne zaman seçilmiş siyasetçilere ihtiyaç duyulsa, o vakit Banker Bilo'daki üçkâğıtçı 'Maho' karakteri gibi ortadan kaybolan ve her geri dönüşünde 'Evet kaçtım ama sor bir bakalım niye' diyecek kadar çapsız bir siyasetçidir de

"Zamanın ruhuna uzak, tedavülden kalkmış, içeriksiz, yararsız, gereksiz laflarla bu ülkeye adeta demokrasinin gelmemesi için çabalamış bir 'hokkabaz'dır aslında o." diyerek Demirel'in 50 yıllık siyasi hayatının portresini çizen Baki Murat'ın yazısı S:4'TE

                                                    

 

 

 

Bir yandan sürekli bir algı operasyonun varlığından bahsederken, öte yandan yeni yanlış algıların hayatımızı istilâ etmesine müsaade etmenin mantığı nedir, anlamış değilim...

Sürekli bunu yapıyoruz. Sürekli kendimizi kirli tutma bir çabası içindeyiz. Niye kör öldüğünde badem gözlü, kel öldüğünde sırma saçlı olmak zorunda?

Neymiş kendine has üslubu, hoşgörüsü, azmi, demokrat kişiliği ile yeri doldurulamayacak bir devlet adamıymış... 

Neymiş uzun siyasi yaşamında ülkemize verdiği hizmetlerle hep hatırlanacak bir siyaset adamıymış...

Türkiye'nin demokratikleşmesinde, demokratik hayat mücadelesinde önemli bir yere sahipmiş...

Üstlendiği görevler, gerçekleştirdiği hizmetler ve siyasetteki rolü ile gelecekte de yâd edilecekmiş... 

Demokrasi aşığıymış, demokrasiye olan bağlılığı en önemli yanıymış...

Demokrasi ve Türkiye sevdasıyla mahzenden çıkıp, 6 kez gittiği makama 7 kez gelmişmiş...

Bir demokrasi meşalesi olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olmuşmuş...

Haydi, üstlendiği Barajlar Dairesi Başkanlığı, DSİ Genel Müdürlüğü ve ODTÜ'deki Eğitmenlik görevleri sırasında gerçekleştirdiği hizmetlere 'eyvallah' deyip, onu yâd edelim. Haydi, kendi akrabalarını palazlandırırken, memleketi yetmiş sente, bizi lânet yokluklara talim ettirdiğini dünyanın haline verelim. Haydi, 'bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtmezsiniz' derken bile sokaklarında patır patır sağcı-solcu gençlerin ölmelerine olan ilgisizliğinin günahını darbecilere yükleyelim.

İyi de Allah'ını seven beri gelsin. Demirel'i, demokrasi ile özdeşleştirmenin neresinde bir nebze de olsa gerçekçilik payı var?

Demirel'i demokrasi ile ananlar ya demokrasinin ne olduğunu bilmiyorlar ya da onun iktidar olduğu dönemlerde anası ağlayanlarla dalga geçtiklerinin farkında değiller.

Onun ne kadar demokrasi havarisi olduğunu en güzel Aydınlık gazetesi attığı başlıkla göstermiş bence 'Cumhuriyetin son liderinden son söz; Atatürksüz Türkiye olmaz.'

İşte bu kadardır Demirel'in ömrü boyunca demokrasiden anladığı. Zamanın ruhuna uzak, tedavülden kalkmış, içeriksiz, yararsız, gereksiz laflarla bu ülkeye adeta demokrasinin gelmemesi için çabalamış bir 'hokkabaz'dır aslında o. Defalarca söz verdiği şekeri biz çocuklarına almamak için etmediği dalavere kalmayan üçkâğıtçı bir 'Baba' misali, yıllarca ona bel bağlayanları oyalamayı beceren bir hokkabaz hem de.

Demirel, değil demokrasi için çabalamayı, ona ihanetini öyle bir seviyesizlik ve pişkinlikle yapmıştır ki demokrasinin bu ülkede yerleşmemesinden dolayı duyacağımız ızdırabın yerine, bizi onun alaycı esprilerine gülen pespaye insanlara dönüştürmüştür.

Bugün ölüp giderken dahi ardından edilen lafların çoğunun onun 'kendine has üslubu, hoşgörüsü, nüktedanlığı, komik hazır cevaplılığı' üzerine olması onun hipnozu altında devam eden biçareliğimizin işaretidir aslında. Hepimizin Stockholm Sendromundan muzdarip olduğumuzun resmidir.

Demirel,  bu ülkede demokrasinin gelişip, serpilmesi için ne zaman seçilmiş siyasetçilere ihtiyaç duyulsa, o vakit Banker Bilo'daki üçkâğıtçı 'Maho' karakteri gibi ortadan kaybolan ve her geri dönüşünde 'Evet kaçtım ama sor bir bakalım niye' diyecek kadar çapsız bir siyasetçidir de.

Öyle ki siyasi hayatına başladığı günden itibaren demokrasi konusundaki o çapsızlığından asla ödün vermemiş, tutarlı ve kararlı seçilmişlere ihtiyaç duyulan her vakit ya şapkasını alıp ya da bırakıp kaçmıştır siyaset meydanını.

Cumhurbaşkanlığı görevini Sezer'e devrederken ettiği "50 yılı aşkın kamu hizmetim, 35 yıllık siyaset hayatım, 7 yıllık Cumhurbaşkanlığım boyunca büyük Türkiye hedefi, demokrasinin ve anayasal kurumların güçlenmesi, demokratik kuralların işlemesi için mücadele ettim" sözleri kelimesi kelimesine olmasa da çoğu yalandır. Yalan olmayan kısmı ise varlığını demokrasinin değil gerçekten köhnemiş 'anayasal kurumların güçlenmesi' için harcamış olmasıdır.

Onun demokrasiden anladığı 6 kere gidip, 7 kere geri gelmesidir ki buradaki hikmet, onun demokrat olması değil, her defasında 'Banker Maho' misali halkı ikna edebilecek bir yalanı bulabilmesindeki yeteneğinde gizlidir. Üstelik seçilmiş iktidarlarını zorbalıkla deviren generallere kuzu kesilirken 3 genci asmak için aslan kesilecek kadar zayıf karakterli biridir de Demirel-ki böyle haysiyetsiz bir tavır dünyanın hiçbir yerinde demokrat olmakla yan yana getirilemez.

Demirel'in nasıl demokrasi mücadelesi gösterdiğini anlamak için onun 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde ettiği laflara bakmak yeterlidir. Hiç birinde yiğitçe çıkıp zorbalara, darbecilere, hukuk dışı güçlere bir tek kem laf etmediği gibi işi alaya vurup, pişkince onların gelişinin gerekliliğini söyleyebilmiştir.

Gözünün önündeki Allende'nın söküp attığı tırnak bile olamamıştır Demirel. Allende, daha 1973 yılında darbeci faşistlere direnerek demokrasi için can verileceğini gösterirken o skerlerin karşısında her defasında şapkayı alıp gitmeyi seçmiştir. Peki, bir Allende olamayan Demirel, bugün Cumhurbaşkanı olan Erdoğan'ın demokrasi mücadelesinden bir nebze de olsa nasiplenebilmiş midir hiç? Nerde. Erdoğan'ın dik duruşundan nemalanmak şöyle dursun, onu devirmek için döndürmedikleri numara kalmayanların akıl hocalığına bile soyunmuştur giderayak. Hem de kendisi gibi en alttan gelip en yüksek makamı gören bir liderle birazcık da olsa empati kurmayı beceremeden.

Şimdi öldü gitti, rahmet okuyan okusun. Lakin ağzını açan onun üstümüze yapışan sınırsız pişkinliğine bürünerek bize Demirel ve Demokrasi'den dem vurmasın. Hele de İslamköy'den Çankaya'ya olan serüveninin bilgi ve belgeleriyle yer aldığı yere, 'Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi' adının verilmesinin absürtlüğü yeterince ağırken. Çünkü Demirel adına 'Demokrasi Müzesi' kurmanın Kenan Evren'in Atatürk adına Barış Ödülü koymasında küçücük bir fark bile yoktur.

Bir yandan 'Yeni Türkiye'yi kurarken, öte yandan 'Eski Türkiye'nin demokrasi adına en tahripkâr insanını 'demokrasi havarisi' ilan etmek, kimse kusura bakmasın ama tek başına bile 'Demokrasi' adına yeterince ayıptır, yazıktır, günahtır.

'Yeni Türkiye'de yapılması gereken olmayan methiyeler düzmek yerine 'yapılan her darbeden sonra kuzu kuzu şapkayı alıp gitmek yerine, mesela bir Erdoğan gibi direnebilseydi, şimdilerde memleketin demokrasisi ne düzeyde, sağladığı refah ile ekonomisi hangi ileri seviyede olurdu' sorusunu tartışmaya açmak olmalıydı oysa.