Biz Nasılsak Öyledir…

Dünyaya yön veren ana damarlar daima en büyük ve en gözde şehirlerdi ve üç bin yıldan bu yana örnek, model, ideal olma yazgıları hiç değişmedi.

Fakat bir taraftan…

Artık dünyanın soğuk demlerindeydik ve bu soğuma termometreyle anlaşılabilecek türden sıcaklık değişimi değildi. Kendini etrafındaki her şeyden daha çok umursayan, bencilleşen, yalnızlaşan, geçmişi ve yarınıyla bağ kuramayan, hayatına böyle dem etmek için gönüllü olan insanlar yüzünden dünya soğuyor ve zamanı daha sert iklimlere taşıyordu.

Soğuyan insan, yaşadığı her yeri soğutuyordu.

Meskeni sayıp konduğu şehirden bir parça olmayı ve öyle bilinmeyi isteyen bir misafirken, şehir kendisindenne istiyorsa onu yaptı ya da yapabilmek için biraz kendinden verdi biraz ondan aldı. Orta bir yol tutturmaya, aidiyetini ispatlamaya çalıştı. Zira şehirler de kendisinde karar kılan fânilerin ortak iklimini yansıtırdı ve bütün doğa şartlarına rağmen, kalabalığının ortak duruşu ne ise; mimarisini, sokaklarını ve alışkanlıklarını o biçimlendirirdi. Kadim şehirler dahi hiç bitmeyen bu devinimi taşımaya devam etti, her bir köşesinde kendinden büyük ve kalabalık apayrı, bambaşka kimliklerdeki şehirler kurulmasını izledi; bir şehirler bütünü olarak devasa kentlere dönüştü ve gökdelenlerin gölgesine sığındı.

O şehirler ki; ayakta kalabilmek uğruna ahalisinin harmanlanmış inançlarını, birikimini ve duygularını aldı, özgün akışıyla kardı, bütün siluetini yeni gelenin ve göçenin bir ömürlük seyrinin sonunda her seferinde tekrar sıvadı, yeniden çizdi.

“Yeni şehirliler” boş durmadılar, her geçen gün daha fazla bencilleşirken sokak aralarına sert mizaçlı tohumlar bıraktılar. Dünyanın kalanı ise metropollerin giderek artan ihtiyacına cevap verebilmek için tüm hayvanat, nebatat ve insan gücü konusunda cömert olmaya mecbur, son haddine kadar kullanılan ve tüketilen bir kaynak sofrasına dönüştü. Bu sofradan pay almanın adil olmayan yargılara ve cüretli kavgalara sahne olması, şehirlilerin öylede fazla önemsemediği hadiselerdi. Onlar dünyaya daha “keyifli” tutunabilmenin yollarını arıyor, şehrin sınırları dışında neler döndüğünü fazla umursamıyorlardı.

Gün geldi, dünyanın kaynaklarını arsızca yudumlamak, bir metropolün uluslararası statü kazanmasının da standardı oldu. Artık kültürel ve etnik görkeminden çok plaza yüksekliği muhteşemlik için ölçü birimi oluyor ve sanayi gücü ile maddi prestij kazanıyorlardı. Gökdelenlerinin “harikuladeliği” ile söz sahibi olan ve temaşa edilen şehirler tüm dünyalıların ortak kullanımına açılınca; giderek içe çekilen kültürel kimlikler, hatları bozan “global” yaşamın düzleştirici etkisinden ilk payını alanlar oluyordu. Yani “uluslararası” olmanın bedeli, kimliksizleşmenin geleneği sömürmesiyle ödeniyordu.

Özel bir tercih yapmamış sıradan hayatlar, başka bir ülkeye göç yolu gözüktüğünde hep bu büyük “metropol” şehirlere gitmek isterlerdi. Çünkü kimse köy, kasaba ya da banliyöde büyük bir hayalin yaşayacağına inanmazdı. Büyük şehirlerden arta kalan küçük diyarlar, hayallere hep daha yabancı gelir ve hayalin sahibi de oraya herkesten daha yabancı kalacağını

sanırdı. Dolayısıyla herkesin yabancı olduğu yerler, her yabancının da, yabancılığının da ilk tercihi olurdu.

Ve en çok da bu sebeple “uluslararası-metropol” şehirler büyük göçler aldı.

Kendi yerlisi ile nüfusunu oluşturan büyük bir şehrin varlığından söz edilemediği bir dünyada, aynı dili konuşmak bile yabancılaşmaya engel değildi. Yabancılık, her zaman aşinalıktan yeğdi. Çünkü yabancı olmayı seçmek ve yabancı kalmak güvensizliğin ve hoşgörüsüzlüğün eşitçe paylaşılması demekti. Mutlak zarar görme tehlikesi olduğunda fazladan bedel ödemmişse, vakit kaybetmeden acısının çıkarılması gerekirdi. Aksi hâlde “kaybeden” konumunda küçümsenmeye sebep olacak kadar ciddi bir onur meselesine dönüşüverirdi.

Şehirli olmak, daha az güvenmek ve daha temkinli olmak gibi yeni şartları gerektiriyordu. Çünkü günün akşamında hiç kimse, yaşadığı küçük sokağın kaderakışını tahmin edemezdi. Samimiyet garanti dışıydı.

Sakinlerinin tavrı, tarzı, karakteristiği ne ise öyle yaşanır şehirler.

Yabancılık en büyük kozdur.

Her zaman çok büyük işler ve çok az vakit vardır.

Asayişten emin olunamadığı için hep temkinli olmak zorundasınızdır.

Savaş veya felaket veya ölüm bir şehirden ne kadar uzakta ise, sakinleri için o kadar önemsizdir. Kayıp acısı, kahır ve keder, güven tehlikesi oluşturmadıkça plazaların/rezidansların yanından bile geçmez. Büyük şehirler, hem kendilerine hem de dışındakilere karşı adaletsiz olmaya zorlanmıştır. Üstüne gitmek ahaliyi çaresiz bırakır. Düzen budur.

Bugün bin yıllık duvarlardan anlayış bekleyemediğimiz, beklememizin anlayışla karşılanmayacağı “kadim” şehirler üzerine kurulduk.

Üzerimizden geçen silindirler, şehirlerimizin de üzerinden geçti. Ve sonunda, anlayışını kendi içinde öğüten, mesafeleri besleyen, herkesin kendi işine baktığı “uluslararası” şehirlerde, dünya uyaklı birer şehirliyiz.

Hâlbuki buz tutmuş insanlığı eritmek için çok büyük ateşler yanıyor dünyada ve bu ateşler yalnızca şehirleri değil insanları da yakıyor… En çok da “bizim kadim şehirlerimiz”de, “bizim kadim şehirlerimiz”in yakınlarında yanıyor. Ateş yaklaşıyor ve yaklaştıkça insanlığını, şehirlerini, mirasını ve özünü yağma ediyor.

Kapımızın önüne ateş düşmedi mi? Erimedik mi daha?

Biz nasılsak öyledir şehirlerimiz; şehirler ne hâldeyse öyledir dünya…