05 Ekim 2015

Bizans ve İslam şehri

Süheyl Ünver'in yazılarından birinde şu satırlara rast geldim:

Osmanlı tarihinde tam yedi İstanbul muhasarası vardır. Bunlar, Yıldırım Bâyezid devrinden Fatih devrine kadar kısa fasılalarla sıralanır. Yıldırım'ın ilk muhasarası milâdın 1391 tarihindedir. Yedi ay süren bu muhasara Macarların taarruz hazırlıkları üzerine kaldırılmıştır, fakat Bizans İmparatorluğu'nun bu münasebetle kabul ettiği şartlar çok ağırdır. Bunların en mühimleri şöyle sıralanabilir:

  1. İstanbul'da bir Türk mahallesi tesis edilmek üzere Bizans hükümeti tarafından 700 ev verilecektir;
  2. Sirkeci'de bir Türk mahkemesi kurulacaktır;
  3. Bu mahkemeye Osmanlı Devleti tarafından bir kadı tayin edilecektir;
  4. İstanbul'da bir câmi yapılacaktır;
  5. Şehrin dışında Galata'dan Kağıthane'ye kadar olan arazi Türklere terkedilecek ve buraya bir Türk garnizonu konulacaktır;
  6. Osmanlı hazinesine her sene on bin altın haraç verilecektir.

İşte bunun üzerine muhasara hâli hafif bir ablukaya çevrilmiştir” (Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, c: 3, s: 228).

Süheyl Ünver'in kitabından aktardığım bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Osmanlı'nın Batı'ya doğru yürürken tesis ettiği “İslâm şehri” bugün hayata geçirdiğimiz “konut tarlaları” şeklinde düşünülmemiştir.

“İslâm şehri” kavramını kullanırken bu beldenin varoluş ölçülerini hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.

Eğer bir ölçüden bahsedilecekse şu hususlara işaret edebiliriz:

Birincisi: Müslümanlar Bizans tekfuruna karşı şehirlerini yaklaşık 4.000 kişilik mahviyetkâr, serdengeçti, gözünü budaktan sakınmaz bir nüfusu barındıran 700 hane ile kuruyor (her hanede yaklaşık 6 kişi kabul ediyoruz). Bu şu demektir: Şehir kurmak, fedakâr bir topluluğun işidir. Osmanlı yöneticileri Bizans karşısına çıkarken bu nüfusa dayanmaktaydı. Bir iskân politikaları vardı.

İkincisi: Osmanlı, bu nüfusun muhafazası için bir garnizon tesis etmek konusunu Bizans'a kabul ettiriyor. Bilindiği gibi Medine'nin etrafında bizzat Hz. Peygamber (asv)'in kazılmasına iştirak ettiği “hendek” de bir nev'i “kale” ya da muhafazadır. Demek ki şehir sadece halk ile kurulmaz. Ahlâkî  topluluk askerî bir güç  arar. Çünkü ahlâk; zorbalık, eşkiyalık çıktığında namuslu kişileri koruyan bir inzibata ihtiyaç duyar.

Üçüncüsü: Osmanlılar Hz. Peygamber (asv)'in Medine'ye hicreti ile inşa ettiği mescidi hatırlatır şekilde İstanbul'a câmi yapılmasını da muhasaranın kaldırılması için şart koşmuştur. Müslümanları vakit namazlarında buluşturan, bazı ortak toplantılar yapmalarına vesile olan mekân câmi-mescittir. Büyük ihtimal Yıldırım'ın Bizans'tan istediği câmi, Cum'a namazı kılmayı mümkün kılacak bir Selâtin Câmii idi. Bir beldede Cum'a Câmii bulunmaktaysa o havalede mutlaka bazar-pazar da kurulmaktadır demektir. Cum'a namazı ile pazar-bedesten ilişkisi kaçınılmazdır.

Dördüncüsü: “Sirkeci'de bir Türk mahkemesi kurulacaktır” ifadesinin açtığı büyük tasavvurdur. Müslümanlar bu mahkeme vesilesiyle  gayr-müslimlerle yaptıkları muamelelerde çıkan ihtilaflar için Bizans tekfurunu Türk kadı karşısında muhakeme edilmeye razı etmiş oldular. Bu madde de Hz. Peygamber (asv)'in Medine Vesikası dolayısıyla Yesrib'teki müşriklere ve Yahudilere ileri sürdüğü ve kabul ettirdiği şartın aynısıdır. “4000 kişilik bir nüfusa bir kadı tayini”nin ölçü kabul edildiği ortaya çıkıyor. Bu uygulama, “yargıda gecikmiş adaletin adalet olmadığı” ilkesi gereği adaletin hızla yerine getirildiğini gösterir. Aynı zamanda yetişmiş hukukçu kadrosunun büyüklüğüne işarettir.

Anadolu'da “İslâm şehri” “Adalet Dairesi” denilen çemberi çevirerek toplumsal vicdanda bir nizâm tesis etti.

Bugün Anadolu'da yukarıda ölçülerini verdiğimiz esaslarla 15 şehir kursak, ülkede dalga dalga büyüyecek bir değişimi göreceğiz.

Bizans, şehir inşa eden toplumla başedemeyen bir sömürgeci kolonizasyon idi.

Şehir inşa eden toplumla dünyayı kolonileştiren devlet sistemleri arasında bir bağ yoktur.