13 Aralık 2017

Bozkır kentleri

Önceki yazılarımızda İbn Haldun'un bedâvet – hadâret teorisinin belki sadece kendi gözlemleri kapsamında yaşadığı zamanın Arap ve Batı toplumlarına uyarlanabileceğine işaret etmiştik. Bu yazılarda ilm-i umran'ın tarihin akışını açıklama iddiasının tutarlı olmadığını savunmuştuk.

Sergey P. Tolstov'un (1907 – 1976) Oğuz Şehirleri ve Oğuzlar kitabında el-İdrisî'nin (1099 – 1165) Aral denizi, Şeşa bölgesi (Taşkent) ve Mugocar dağlarının arasında yer alan saha hakkında verdiği bilgiler nakledilir. El-İdrisî'ye göre Oğuzların şehirleri nüfusça kalabalık ve sayıları çoktur. Bu şehirler birbiri ardısıra kuzeye ve doğuya doğru uzanmakta olup şehirlerin kurulu olduğu dağlara ulaşmak oldukça zorlaştırılmıştır. Söz konusu alanlar, tahkim edilmiş hisarlarla çevrili, müstahkem mevkiler olup, içinde Oğuz beyleriyle kadınları yaşamakta, tedbir olarak yiyecek ve içecek için kiler olarak da kullanılmaktadır. Oğuzların en önemli şehri olarak Hiyam'ı işaret eden El-İdrisî, şehrin dağın zirvesine kurulu ulaşılması zor hisarla çevrili ve âdeta dokunulmaz bir kale olduğunu yazar. Cacan, Nucah, Badagah, Dargu gibi nispeten daha küçük şehirlerden de bahsedilir. Bu şehirler çoğu zaman karla kaplıdır. El-İdrisî El-İdrisî, yağmurlu günlerin sınırlılığı, şiddetli soğukların uzun sürmesi nedeniyle şehrin sakinlerinin ekinlerini olgunlaşmadan topladıklarını, dumanda ve sundurma altında kuruttuklarını kaydetmiştir (Tolstov, Oğuz Şehirleri ve Oğuzlar, Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2017: 31-32).

Bilindiği üzere İbn Haldun, “İnsanlar ancak göçebelik ve onun gerekli evresini geçirdikten sonra yerleşik hayat yaşamaya ve bundan sonra şehir – kasaba kurmaya başlar. Şehir ve kasabaların kurulması için devlet ve hakimiyetin kurulmuş olması gerekir” demektedir. İbn Haldun'un düşünce dünyamıza etkisi Kâtip Çelebi'ye (1609-1657) kadar geriye götürülebilmektedir.

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, bir makalesinde “On altıncı asırdan sonra yetişen Türk tarihçilerinin mühim bir kısmı hakikatte İbn Haldunizm denecek bir cereyanı Türkiye'de idame ettirmişlerdir” (Fındıkoğlı, İbn Haldun'un Hukuka Ait Fikirleri ve Tesiri, Kenan Basımevi ve Klişe Fabrikası, 1939: 152) demekteydi.

Türk düşünce hayatı İbn Haldun'un etkisi altına girdiğinden Osmanlı siyasetinin yenileşme tefekkürü, tımar sisteminin hâkim olduğu üretim düzeninden çıkış konusunda entelektüel bir destek bulmuştu. Bilindiği üzere İbn Haldun ziraat ve hayvancılığı bedâvet saymaktadır.

İbn Haldun'un modern bir yorumcusu olan Ziya Gökalp “Eski cemiyetler şu üç hâletten birine mensup sayılırdı: Vahşet, bedâvet, medeniyet” diyecektir (Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990: 47). Gökalp milli kültürü halka, medenî ya da işlenmiş kültürü yüksek eğitim görmüş aydınlara mahsus sayar. Bu nedenle Gökalp'e göre halka doğru gitmek gerekir: “Çünkü halkta medeniyet yoktur. Güzidelerse, medeniyetin anahtarlarına mâliktir. Fakat, halka değerli bir armağan olarak Şark medeniyetini yahut onun bir şubesi olan Osmanlı medeniyetini değil, garp medeniyetini götürmelidir” (Gökalp, 1990: 46). Eski Türk toplumlarını göçebe olarak gören Gökalp'in milliliği korumak adına İbn Haldun'un hadârîleşme tezini tersine çevirerek benimsediği söylenebilecektir.

Bahaeddin Ögel, Türklerin göçebeliği tezinin dayanaksız olduğunu şöyle dile getirir: “Türklerin göçebe oldukları, yaygın bir inanış halindedir. Aslında Türk tarihi, derin olarak incelenmiş değildir. Bu sebeple, bu gibi görüşler bir gelenek halinde söylenegelmiştir.” (Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Türklerde Köy ve Şehir Hayatı – Göktürklerden Osmanlılara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, c: 1, 1991: 147).

Ögel'e göre Eski Türklerdeki ‘Devlet teşki1atı', başlıca iki temel üzerine dayanmıştı: a) Kavimlere göre kurulmuş teşkilat; b) Şehirlere göre düzenlenmiş idare teşkilatı (Ögel, 1991: 207). Uygur yazıtlarına atıf yapan müellif il (vilayet) ve uluş (kent) oluşumlarının anlamına işaret eder: “Karahanlı devletinin kuzey başkenti olan şehirlerde oturan Türkler ise, ‘şehir' karşılığı olarak ‘uluş' deyişini kullanıyorlardı” (Ögel, 1991: 210-211). Bahaeddin Ögel, Türklerin kent yapmayı bildiklerini ancak kent – kale yapmayı bilinçli şekilde tercih etmediklerini iddia etmektedir:

“Tonyukuk, Bilge Kağan'a, Türkler şehir ve kale yapıp da içinde otururlarsa, Çinlilerin Türkleri kolaylıkla kapana sıkıştırıp yok edebileceğini söylemişti. Bunun için, Türklerin sürülerini otlatarak, yalnızca otlak ve suları takib etmelerini tavsiye etmişti. Çünkü, Çin orduları geldiği zaman, dağların ve vadilerin derinliklerine saklanmış olan Türkleri, hiçbir zaman bulamıyacaktı. Türkler başkent şehirleri yapmasını bilmediklerinden değil, askerlik stratejisi ile yaşama veya yok olma kaygısı nedeniyle böyle bir hayat yolunu tercih ettiler” (Ögel, 1991: 251).

Türkiye'de İbn Haldun etkisi nedeniyle yerli ve tarihsel sürekliliği gözeten bir “şehir teorisi” yok.