15 Mart 2016

Çelebi Mehmed ile umranımızı hatırlamak

Osmanlı Devleti, bir asabiyenin umrana tahvili ile kurulup, Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin İslam anlayışı ile tarihe yeniden mal olduğu bir zamanı anlatır. Osmanlılar bir mefkûre ile kurulmuş ki bu asabiyeye yönünü belirlemiştir; bir imar düşüncesi ile gelişmiş ki umran anlayışı aktüel kimliğini bu yolla bulmuştur, nihayet adalet ve bilgi üzerinde yükselen bir şahsiyet davasının temsilcisi olmuştur. Bu bakımdan milli hayatımızı her alan birlikte düşünmek zorunda olduğumuz, epistemolojik tecdidimizde yol başı kavramlarımız olması icap eden mefkurecilik, umrancılık ve şahsiyetçilik bizim için temeddünümüz için hayati düzeyde kavramlardır. Bu kavramların soyut evrenden somut bir zemine kavuşmasının analizi ise tarihi süreçte söz konusu olabilir. İşte bu yazının mevzuu olan Çelebi Mehmed (1389-1421)'in sandukasındaki ibareler bize asırlar ötesinden bu gerçeği gören gözler, bilen akıllar ve anlayan idrakler için söylemektedir. Hatırlanacakların var edeceği bilgi tecdidi sağlayacak doğurtucu etki yapabilecek en azından sistematik bakış kazanmamızı sağlayabilecektir. 

Çelebi Mehmed'in Bursa Yeşil Türbe'deki sandukası üzerinde: “nâsıru'l-ibâd ve âmiru'l-bilâd ve dâfiu'z-zulûmât ve'l-fesâd” yazılıdır. Bu ibare halka yardım eden (mefkûre), beldeleri imar eden (umran) ve zulum ve yolsuzluğu kovan (şahsiyet) manasına gelir. Görüldüğü gibi aç milleti doyurmak, âleme nizam vermek ve mefkûresince ahlaklı olmak kadim bir geleneğimiz ve milliyetçiliğimizin de tematik özüdür. Sözümüzde mezar sandukalarına kadar böyle devam eder. Dolayısıyla idrakli, iradeli ve şuurlu bir milli akıl mefkûre, umran ve şahsiyet esasına müstenit olmalıdır. Âleme nizam verme iddiasında olanların bu konularda nerede durduklarına, buna dair insan yetiştirmede neler yaptığına ve bu konuda kurumlar var etmede nereye vardıklarına bakmakta yarar vardır.

Ülkemizde genel bir tefekkür kısırlığı olduğu ve bundan tüm fikir renklerinin de payını aldığı bir gerçektir. Bilmek ve anlamak, Kutadgu Bilig'de üzerinde çok durulan iki kavramdır. Bilgiyi ve idraki bu manada geliştiremeyen bir tefekkür çerçevesi, kavram geliştiremeyen bir entelektüel tarassut ortamı, ilkeler kuramayan felsefesi dumura uğramış bir ziyalılar grubu millet hiç bir alanda yol açamamaktadırlar. Olay siyasetin her şeyi üstlenen dar ve malum koridoruna sıkışmış bulunmaktadır. Burada tekrar temeddün tasavvurumuzu doldurması gerektiğini düşündüğümüz mefkure, umran ve şahsiyet meselesine dönersek gelenekteki kalb-i selim, yani Çelebi Mehmed'in kabrindeki ifadeyle nasıru'l-ibad (Allahın kullarına yardımcı olmak) olmak, akl-ı selim yani şahsiyet ile dafi'u'z-zulumat ve'l-fesad (zulüm ve yolsuzluğu kovmak) olmak ve nihayet zevk-i selim yani âmiru'l-bilad yani umrancı (şehir kurmak ve ona dair siyasi, sosyal, ekonomik her şey) olmak ve buna dairleri teklif etmek kapsayıcı bir vizyon ve misyonu sağlayabilir. Akıl, kalp ve zevk birleşerek bilgi, irfan ve estetik ile bir çerçeve çizebilecektir. Buna dair insan yetiştirmek, yayın üretmek ve daha önemlisi bunu kuvveden fiile çıkarmak var olanı bu vizyonla dönüştürmek milli camiamızın gelecek tasavvurunda olmazsa olmazlar olmak zorundadır. 

Osmanlı Devleti nasıl mı kuruldu? İşte bu asabiye umran ilişkisini anlamadan bu konuyu izah etmek zor görünüyor. Zahirde görünenlerin ardındaki batını yani olayları var eden olguları çözümlemeden zinciri tamamlamak ve izah getirmek zordur. Timur'un yıktığı sanılan bir devletten cihan gücü çıkarmak herhalde tesadüfen olmamıştır. Aslında, İbn Haldun mirası bu konuya dair pek çok şey fısıldıyor bilene anlayana vesselam.