CEMRE
“Gözime ‘aks-i ruhun düşmek ile yanmada gönlüm
Hevâ-yı dil katı germ oldı cemre âba düşelden[1]”
Şeyh-ul İslam Yahya
Her elem
sağanağında bir gök kuşağı var mıdır, diye soruverdim kendime? Her ateş bir
İbrahim’e bahar mıdır? Her hicran demi vuslata dair bir karine mi teşkil eder?
Her vefasızlık zulmetinin arka yüzünde parıldar mı mihr-i vefa? Dedim: Ey
kalbim, dünyanın dağdağasından nasıl azade olur insan, mahpus yüreklerin derûnunda
sultanlığa namzet bir Yusuf saklı mıdır?
Zihnimde
çoğalan soruların girdabında debelenirken, masamın üzerindeki takvime ilişti
gözlerim. Ocak ayının son günüydü, elinde baharı sarıp sarmaladığı bir çıkınla
gelip kapımıza dayanmıştı Şubat. İçimde; gam, kasavet biriktiren küf kokulu,
alıngan havaların ağırlığından bunalan ruhumun zindanında, bir meşale yandı sandım.
Sanki yıllar süren bir gecenin ardından günün ilk ışıkları hücreme süzülüverdi
de gönlüm aydınlandı yeniden.
Gözlerim
takvimde Şubat'a ilişir ilişmez, yüreğim cemreye ilişiverdi. Yeni bir dirilişe,
asude bir bahara muntazır yüreklerin hayallerini hakikate dönüştürecek cemre bu
ayda düşecek; önce havaya sonra suya ve toprağa. Cemre düşünce ısınırmış hava
su ve toprak. Daha düşmeden içim ısındı, heyecanlandım. Hayaliyle bile heyecanlandığım
baharı, beklemeyi bile sevdiğimi farkettim. Öyle ya, vefalı bir yâr gibi her
yıl çıkagelen bahardı cemrelerle!
Düşündüm ki,
her elem sağanağında bir gökkuşağı vardı ama görebilen varsa. Her ateşte bir
İbrahim vardı; olabilen varsa ve İbrahim'e gül bahçesi olan ilkbahardı. Hicran,
vuslatın varlığına dair bir karine, bir
işaret idi. Zira ruhlarının birliğinden söz edilemeyenlerin ayrılığından da söz
edilemezdi. Her vefasızlıkla beraber bir vefa güneşi parıldardı. Çünkü her
yokluk bir varlığa kapı aralar, her vefasızlığın ardında insanı esaslı bir vefa
katına terfi ettiren bir hakikat orta yere çıkardı. O yüzden “Her
zorlukla beraber bir kolaylık vardır[2]”
buyurulmuştu. Ve eğer insan kendi zindanının farkına varır; ayaklarındaki prangaların
hakikatini kavrarsa azade olmaya muktedir olabilir, işte o zaman kendi
zindanından bir Yusuf olarak çıkabilirdi.
Cemreyi
hatırlatan Şubat ayının girişiyle böylesi düşüncelerde cevelân eden ruhun
heyecanını düşünün artık… İnsanın beklediği misafir ne kadar aziz ise, ruhunun
helecanı da o denli şiddetli olur. Onun elçileri gelir ilkin; önce havayı,
sonra suyu ve toprağı müjdelerler bir kutlu gelişle. Sonra kendisi geliverir
elçilerin ardından; ürperir tabiat, bin bir renk olur açılır, eşsiz rayiha olup
buram buram tutar ovaları, dağları; göz bayram eder, gönül bayram yeri
oluverir.
Her türlü
noksanlık ve acziyetle mâlül olan insanın, umudunun tükendiği, melâl denizinin
dalgalarına şuursuzca kendini bıraktığı bir anda, bereket adasına çıkıvermiş
hissi verir yüreğine, düşüveren cemre. Zifiri gecenin asırlar gibi uzadığı bir
anda seher yıldızı gibi doğar, şerha sıcakta kavrulmuş çehrelere bir ikindi
serinliği gibi eser. Hayata tutunmaktan bitap düşmek üzere olan insana yeni bir
haber fısıldar, tutar ellerinden, yitirdiğini buldurur, unuttuğunu hatırlatır.
Adeta hayatla ölüm arasında salınmakta iken onu hayatın kıyısına çıkarıverir.
İşte bu fırtınalı hayatın selamet sahilidir.
“İnsan,
en çok kaybettiğini bulunca sevinir.” dermiş eskiler. Şubatı gördüm, cemreyi
hatırladım ve düşündüm; aslında insanlar aylardan en çok şubatı mı sevmeli?
Zira yitirdikleri o aziz misafirin habercileri bu ayda teşrif ediyor havayı,
suyu ve toprağı. Ama insanlar farkında mı bilinmez, hava nedir, su nedir,
toprak nedir? Her yıl veda edip tekrar geliveren aziz misafir kimdir?