13 Haziran 2018

Çocuklarımıza iyiliği ve paylaşmayı öğretmeliyiz

Türkiye Diyanet Vakfı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş tarafından organize edilen ve bu yıl Ayasofya meydanına taşınan 37. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı, Ramazan'ı kitaplarla bereketlendirdi. Kitapseverleri farklı konuları kapsayan 100 binden fazla eserle buluşturan fuarda düzenlenen imza etkinlikleriyle yazarlar okuyucularıyla buluştu.

ESKADER'in katkılarıyla düzenlenen ‘Geleneksel Ramazan Sohbetleri'  büyük ilgi gördü. İftardan önce 18.00-19.00 saatleri arasında birbirinden değerli isimleri dinleyicilerine hitap etti.

 ‘Geleneksel Ramazan Sohbetleri'nin konuğu olan İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz konuşmasında Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bu yıl Ramazan teması olarak belirlediği “israf” konusunu ele aldı.

Konuşmasının başında Ramazan'ın gecesiyle gündüzüyle, iftarı ve sahuruyla bir mektep olduğuna değinen Yılmaz, kitap fuarının ve burada düzenlenen Ramazan sohbetlerinin de kardeşliği pekiştiren bir işlev gördüğüne dikkat çekti. İsrafın, Türkiye ve dünyadaki önemli problemlerden biri olduğunu belirten müftü hocamız, yeni yaşam koşullarının insanları tüketim çılgınlığına sürüklediğini söyledi. Prof. Dr.Yılmaz konuşmasına şöyle devam etti: “Küresel sermayeye hükmeden büyük şirketlerin pompaladığı tüketim çılgınlığı ülkemizi de etkisi altına aldı. Bu sebeple eskiden sahip olduğumuz ekonomik anlayış yerini tüketim çılgınlığına bıraktı. Bizden sonraki nesilleri düşünmeden bencilce harcıyoruz. Oysa hava, su, yiyecek ve kıyafet gibi hayatımızı devam ettirmek için ihtiyaç duyduğumuz her şey ilahi bir nimettir. Cenab-ı Hakk'ın rahman sıfatının tecellisidir ve bize verilmiş emanetlerdir.”

 

İhtiyaçlar sınırlı, nimetler sınırsızdır

 

Müslümanların hayatlarını ekonomik bir denge üzere devam ettirmeleri gerektiğini söyleyen Yılmaz, “israf” kavramının Kur'an'da “haddi aşmak” anlamında kullanıldığını belirtti. “Kur'an'da Allah Teâla iki farklı surede hem israfı hem de cimriliği aynı anda yasaklıyor. Mesela Furkan suresindeki ayet-i kerimede Allah'ın adını andığı kulların vasıfları sayılırken bu özellikler arasında israftan ve cimrilikten kaçınmak da var. Yine İsra suresinde Yüce Rabbimiz Müslümanları hem israftan hem de cimrilikten men eder. İnsanın cimrilik yapması da israf etmesi de nefsani bir tavırdır. İkisi de nefsini putlaştırması ve nefsine kul olmasından kaynaklanır. Dinimiz açısından ikisi de makbul değildir.”

Modern iktisadın insanın ihtiyaçlarının sınırsız, kaynakların ise sınırlı olduğu anlayışı üzerine inşa edildiğini vurgulayan Hasan Kamil hoca, bunun bizim geleneğimizle çatıştığına dikkat çekti: “Dinimize göre tam tersi söz konudur. İhtiyaçlarımız sınırlıdır ve Rabbimizin yeryüzünde bize verdiği nimetler sonsuzdur, saymakla bitmez.” Kapitalist sistemin insanların doyum eşiğini yükselttiğini söyleyen Yılmaz şunları ekledi: “Doyum eşiğindeki çıta yükseldikçe insan yaşadığı tatminsizliği gidermek için yeni ihtiyaçlar peşine düşüyor. Var olanlar onu mutlu etmeye yetmiyor. Mesela bizim çocukluğumuzda alınan bayramlık bir elbise sebebiyle yaşadığımız sevinci bugünün çocukları yaşayamıyor. Çünkü biz ancak bayramlarda yeni bir elbiseye sahip olabiliyorduk. Ama her hafta, her ay yeni elbiseler alınan çocuklar aynı duyguyu yaşayamıyor. Onların mutlu olması için daha farklı şeylere ihtiyaç var. Dinimizin bize sofradan tam doymadan kalkmamızı emretmesi de aynı sebeptendir. Yemek gibi dünyevi bir nimete olan arzumuzu diri tutmak ister. Onun gözümüzde kıymetli olmasını hedefler. Tıka basa yiyen biri en güzel yemeklere bile dönüp bakmaz. Ramazan'ın hikmetlerinde biridir bu ayrıca. Oruç sebebiyle tüm nimetler gözümüzde kıymetlenir. Duymadığımız kokuları duyar hale geliriz. Bu mahrumiyet iftar sofralarının kıymetini, güzelliğini idrak etmemizi sağlar. Oruç bize zevklerimizi, hazlarımızı sınırlandırmayı, kontrol etmeyi öğretir.”

Emeller arttıkça elemler de artar

“İrfan geleneğimizde amel ile emel arasında bir ilişki kurulur. Amel, ibadet ve yapılan hayırlı işler demektir, emel ise istek ve arzu anlamına gelir. İnsanların emellerini ihmal ettiği ve amellere sarıldığı sürece irfan yolunda ilerleyebilecekleri kabul edilir. Ama insanlar emelleri putlaştırıp amelleri ihmal edince nefsinin esiri haline gelir. Duygularının kölesi olur. Bu sebeple bizim emellerimizi sınırlandırmaya ihtiyacımız var. Zira insanın bu dünyadan beklentileri kâinattan daha büyüktür. Buna karşılık zevkler ise sınırlıdır. Ayrıca “elem” ile “emel” kelimeleri Arapçada aynı harflerden oluşur. Ve bu sebeple anlamları birbirine yakındır. İnsanın istek ve arzuları çoğaldıkça bunlara ulaşmak için çektiği acılar da çoğalır. Dolayısıyla asl olan emelleri değil amelleri çoğaltmak ve manevi lezzetlere ulaşmaktır.”

İnsanın ancak Allah'ın verdiği nimetlerin hakkını vererek kullandığında, başkalarıyla paylaştığında gerçek mutluluğu tadabileceğini belirten Yılmaz konuşmasına şöyle sürdürdü: “Allah'ın bize verdiği nimetler birer lütuftur. Bu lütfun karşılığında şükrümüzü yerine getirmek gerekir. Bu da ancak onları başkalarıyla paylaşmakla mümkün olur. Topraktan elde edilen bir nimetse öşür, ticaret malıysa zekât veya paraysa sadaka olarak şükrümüzü eda etmeliyiz. Sahip olduğumuz her şey şükrünü yerine getirmeyi gerektiriyor. Mahir İz hoca da bize maaşlarımızı aldığımız anda 40'ta 1'ini vermeyi ve ondan sonra geriye kalanı harcamayı öğütlerdi. Bu İslam geleneğinin bir tezahürüdür. Herkesin her an verebileceği bir ortam inşa etmeyi amaçlar. Yardım etmek için zekât mükellefi olmaya veya sadaka vermek için zengin olmaya gerek yoktur. Önemli olan az bile olsa elinizdekini paylaşabilmektir. Gerçek mutluluk başkalarının mutluluğuna katkı sağlamaktır. Bir yetimin, bir yoksulun, bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını görmek onun sıkıntısını gidermektir.”

 

Bir lokma bir hırka

“İslam'da tüketimin üç sınırı var: zaruriyât, haciyât ve zeyniyât. Zaruriyât zorunlu temel ihtiyaçlarımıza denk gelir. Yaşamak için olmazsa olmaz ihtiyaçlardır bunlar. Ev, su, elbise gibi.. Haciyât ise hayatımızı kolaylaştıran ihtiyaçlardır. Zeyniyât ise lüks şeylerdir. İsraf da burada ortaya çıkar. Lüks tüketim de bazen ihtiyaç olabilir ama bunun sınırını iyi belirlemek lazım. Çünkü israf kaynak ve imkânları lüzumsuz ve bilinçsiz olarak kullanmak demektir.”

Konuşmasının sonunda israfın ferdi, toplumsal ve küresel boyuttaki zararlarına ve buna karşın alınabilecek önlemlere değinen Hasan Kamil Yılmaz şunları söyledi: “Bizim geleneğimizde ‘bir lokma bir hırka' algısı vardır. Bazıları bunu tembelliğe sevk eden bir şey gibi yorumlarlar. Ben öyle görmüyorum. Bir lokma bir hırka aslında tüketimdeki nihai sınırı gösterir. Yoksa çalışmak, üretmek konusunda bir sınırlama getirmez. Tüketirken bunun esas alınması ve geriye kalanın da başkalarıyla paylaşılması gerekir. Ecdadımız bunu böyle anlamış ve böyle uygulamış. Nitekim Hz. Peygamber (sav) buyuruyor ki ‘İnsanoğlu için hesap sorulmayacak şey onu soğuk ve sıcaktan koruyacak elbisesi; birkaç damla su ve birkaç lokma yiyecek.' Bir lokma bir hırka anlayışı da bu hadisten ilhamla ortaya çıkmıştır.”

“Bugün israf, ilahi adalete ters düşecek seviye ulaştı. Enteresandır obezite yüzünden ölenlerle açlıktan ölenlerin sayısı neredeyse birbirine yakın. İlahi adalet sanki onları cezalandırıyor. İsrafın verdiği zararın toplumsal boyutları yürek yakacak seviyede. Musluklardan akan suların, çöpe atılan ekmeklerin, açık bırakılan lambaların sebep olduğu maliyet Türkiye bütçesinin önemli bir kısmına denk geliyor. Öte yandan bunlar yüzünden ekolojik denge bozuluyor. Ekolojik denge de fizik çevre de bize emanet ve biz yeryüzünü imar etmek için yaratıldık. Biz malın gerçek sahibi olamayız ancak, onun bekçisi ve emanetçisi olabiliriz. Bu yüzden bu konuda toplumsal bir seferberliğe ihtiyacımız var.”

Çocuklarımıza vermeyi öğretmeliyiz

“Tüketim arzusu fıtri bir arzudur. İnsanoğlunun topraktan yaratılmış olmasından kaynaklanan bir özelliğidir elindekini tutmak, sahip olmak. Toprak suyu nasıl tutarsa insan da maddi şeyleri tutmaya, biriktirmeye meyyaldir. Suyu tutsun ama üzerinde nebat bitmesine de izin versin. Gül yetiştirsin. Tuttuğu nimetten başkaları da faydalansın. Kum gibi veya kaya gibi olmasın. Bu sebeple bu fıtri arzunun çocukluktan itibaren yönetilmesi ve ehlileştirilmesi gerekir. Tul-i emele dönüşmemesi esastır. Bunun için çocuklarımıza vermeyi öğretmeliyiz. Bu konunun sürekli gündemde tutulması gerekiyor.”

 ‘BEYLERBEYİ GÜNLÜĞÜ' VE NURETTİN DURMAN

Beylerbeyi'nde yaklaşık 35 yıl işlettiği berber dükkanında edebiyat dünyasının usta isimlerini ağırlayan Nurettin Durman, şimdi vaktinin büyük kısmını okumaya, günlük, şiir ve hikaye yazmaya ayırıyor.

Bingöl'deki evinden kaçarak 1961'de İstanbul'a gelen ve 1968 Mayıs'ında Beylerbeyi'ne yerleşen yazar, burada yaşarken evlendi ve 1976'da kendi berber dükkanını açtı.

Beylerbeyi'nden Küplüce'ye çıkan yol üzerindeki dükkan Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel, Süleyman Çelik, Arif Dülger, Ahmet Özalp, Mehmet Akyıl, Hurşit Akyıl, Müştehir Karakaya, Mürsel Sönmez, Sıddık Ertaş, Şerafettin Yapıcı, İlhan Kutluer ve Yüksel Kanar gibi birçok edebiyatçının uğrak yeri oldu.

Yaklaşık 55 yıl önce tutmaya başladığı günlüklerini uzun süredir "Dil ve Edebiyat" dergisinde yayımlayan Durman, yazdıklarının bir kısmını "Beylerbeyi Günlükleri" kitabında topladı.

Durman, dükkanı kapattığı 2011'den bu yana, emeklilik günlerini yaşadığını ve dost meclislerinde bulunduğunu söyledi.

Okumayı çok sevdiğini fakat üvey annesi nedeniyle evden kaçtığı için okuyamadığını aktaran Durman, şunları kaydetti:

"Çemberlitaş Vezirhan'da berberde çalışırken, dükkanın önünde oturmuş bir şeyler yazıyordum. Beyefendi, okuyan biri bana 'Ne yapıyorsun?' diye sordu. 'Şiir yazıyorum.' deyince, 'Ya öyle mi? Yahya Kemal'i oku, Yahya Kemal'i oku.' dedi ve kendi dükkanına gitti. Ben o günden sonra Yahya Kemal kim diye araştırdım. O zamanlar gazetelerde romanlar tefrika ediliyor. Endülüs'le ilgili 'Grenata'nın Son Günleri' diye bir roman var. Onu okuyorum ve etkisinde de kalıyorum. Cağaloğlu'nda kitapçılar o zaman çok, şimdiki gibi değil. Çemberlitaş'ta olduğum için kitapçılara gitmeye, edebiyat dergileri almaya, dergileri okurken yazarları, şairleri tanımaya başladım. Kitaplarını alırken de onlar hakkında bilgi sahibi oluyorum. Böylelikle şiirin ne olduğunu anlıyorum. Ondan önce şiir nedir bilmiyordum."

"Gelenlerin çoğu tıraş için değil sohbet için geliyorlardı"

Durman, şiirle ilgilendiğini çoğu müşterisinin bilmediğine işaret ederek, "Sonradan röportajlarım falan yayınlanmaya başlayınca benim şair olduğumu bildiler. Yoksa kimseye 'Şiir yazıyorum, ben şöyle şairim, böyle şairim.' demezdim." ifadesini kullandı.

Daha sonra dükkana edebiyat dergileri ve kitaplar koymaya başladığını bildiren Durman, "Allah'a hamd ediyorum. Çünkü askerden sonra berberliği bırakmak istedim. Sonra evlenince Almanya'ya gitmek için yazıldım, başka işler yapmak istedim, kitapçıda çalışmak istedim, fotoğrafçıda çalışmak istedim olmadı. Evlenince 'Benim rızkım buradan çıkacak.' dedim. Ondan sonra da berberliği sevmeye başladım. Daha öncesinde sevmiyordum. Benim hayatım bu ama şiire de devam ettim." diye konuştu.

Durman, dükkanın çok bereketli olduğunu ve orada çok iyi insanlar tanıdığını vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Bir ticarethaneden ziyade bir dergah, bir buluşma yeri diyebiliriz. Çünkü zaman zaman 'Dükkan da çok kalabalık oluyor.' diye laflar ediyorlarmış. Gelenlerin, orada oturanların hepsi tıraş olmak için gelmiyor, sohbet için geliyordu. Çayımız, sohbetimiz olurdu. Edebiyat meraklıları, duyanlar geliyordu. 1980 yılında İsmet Özel Bey geldi Beylerbeyi'ne. Ondan önce Ahmet Özalp, Sukuti Memioğlu, Mehmet Akyıl gibi birçok arkadaş gelip giderdi. Böyle bir 'yazanlar', edebiyatla uğraşanlar da gelmeye başladı müşteriden ziyade. Zamanla samimiyetler arttı, dostluklar gelişti."

Bu tip mekanların zaman zaman oluştuğuna dikkati çeken yazar, "Ankara'da Saatçi Musa'nın yeri varmış. Entelektüeller, Müslüman aydınlar, okumaya meraklı insanlar orada buluşurlarmış. Musa Amca da orada işine bakar, arada bir müdahale edermiş. Mürsel Sönmez'in Örnek Mahallesi'nde beyaz eşya mağazası var. Oraya çok edebiyatçı gider. Duyan gider, 'Mürsel'le konuşalım, sohbet edelim, bir dinleyelim veya biz anlatalım.' derler." şeklinde konuştu.

"Cahit Zarifoğlu ruhaniyetiyle insanları birleştirmeye devam ediyor"

Nurettin Durman, 1983'te şair Cahit Zarifoğlu'nun Beylerbeyi'ne taşındığı bilgisini vererek, şunları söyledi:

"Cahit Bey 'Mavera' dergisini çıkarıyor o zamanlar. 'Mavera' da rağbet gören, okunan bir dergimiz. Çıkınca sevinç içinde olmuşuz, güzel bir dergimiz çıkıyor diye. Cahit Bey'in İstanbul Radyosu'na atandığını Ahmet Özalp söylemişti. Ahmet Özalp 'Cahit Bey buraya gelecek, ona kiralık bir ev bulalım.' dedi. Cahit Bey Ahmet Özalp ile beraber dükkana geldi. Onun öncesinde ben ona biraz kızgınım, öfkeliyim ama Cahit Bey dükkana gelince kızgınlık falan kalmadı. Nedense bir sempati, bir muhabbet oldu."

Mütevazı ve hoşsohbet olarak tanımladığı Zarifoğlu'nun zor günler de geçirdiğini anlatan Durman, "Birçok yazarla kıyasladığımda, onun hal ve hareketleri daha başkaydı. Ben berberlik yapıyorum, diğer arkadaşlar başka işler yapıyor. Biz aramızda otururuz, o kadar kitap yazan bir adam üstünlük taslamadı hiç. İftar ederiz beraber. 'Ben şairim, yazarım, şu kadar kitap yazmışım.' havası yoktu. Dışarıda görseniz normal bir insan zannedersiniz ama içindeki volkanları, yazdığı şiirleri bilemiyorsunuz tabii." değerlendirmesinde bulundu.

Durman, Zarifoğlu'nun çocuklar için çok hoş düşünceleri olduğunun altını çizerek, şöyle konuştu:

"Sanki acele edilmesi gereken birtakım düşünceleri vardı. Buralarda oturduğumuzda, 'Artık çocuklara yönelik kitapların yazılması lazım, hatta Rasim (Özdenören) ağabeyin yazması lazım.' derdi. Bir defasında bu konuları açtığında Hasan Aycın da vardı. 'Serçekuş'un, 'Katıraslan'ın yayınlandığı dönemdi. O çocuk kitaplarını yazdığı dönemde, acelesi olan bir insan gibi, gayretle onların yazılmasını arzu ediyordu."

Zarifoğlu'nun vefatında kalabalık ve duygulu bir cenaze merasimi gerçekleştiğini söyleyen Durman, Mustafa Ruhi Şirin'in öncülüğünde her yıl 7 Haziran'da mezarı başında anılan şairin, ruhaniyetiyle hala insanları birleştirmeye devam ettiği yorumunu yaptı.

Beylerbeyi anıları kitap oldu

Hayatına dair ilk günlükleri 1964'te tutmaya başlayan ve Beylerbeyi'nin yanı sıra dostlukları, o günlerin güncel olaylarını ve dünya yakın tarihini de not eden Durman, "Beylerbeyi Günlükleri" kitabında yoğunluğu 1982'den sonrası olmak üzere, 2000'e kadar olan sayfalara yer verdiğini söyledi.

Durman, dünyadaki olaylara duyarsız kalamadığına vurgu yaparak, "Şairlik, yazarlık bulaşmış. Grozni gibi size dokunan bir takım meseleler var. Bunlar da insanı yaralıyor. Not alıyorum ama bunlar ileride ne olur diye düşünmüyorum. Düşünebilseydim daha sık yazardım. Arada çok boşluk var, 14 yıl hiçbir şey yazmamışım. Yazdıysam kaybetmişimdir, kim bilir nerededir onlar. Keşke sık sık yazabilseydim ve saklasaydım." dedi.

Nurettin Durman

Bingöl'de 1945'te dünyaya gelen Durman'ın şiirleriyle eleştiri yazıları, "Aylık Dergi", "Kelime", "Düşçınarı", "Yelpaze", "Kadın Gazetesi", "Eflatun", "Müslüman Genç", "Haksöz", "Harman", "Mavera", "Yedi İklim", "Dergah", "Ay Vakti", "Bir Nokta" ve "Türk Edebiyatı" gibi birçok dergi ve gazetede yayımlandı.

Durman, "Kardelen" ve "Düşçınarı" dergilerinin kurucuları arasında yer alırken, bugüne kadar "Şehrin Üzerindeki Bulutlar", "Haziran", "Savrulan", "Uzun Beyaz Bir Çığlık", "Hoşça Kal Hüzünbaz Çocuk", "Güllerin Ardından" ve "Uzun Günlerin Kısa Tarihi" gibi deneme ve şiir türündeki kitaplarını okuyucusuyla buluşturdu.

Beyan Yayınları arasında çıkan "Beylerbeyi Günlükleri" kitabında günlüklerinin bir kısmını yayımlayan Nurettin Durman, geçen ay, "Esmaül Hüsna-99 Yazar 99 İsim" adlı kitabı hazırladı.

Çıra Yayınları'ndan çıkan eserde, Atasoy Müftüoğlu, Ahmet Efe, Sadık Yalsızuçanlar, Mürsel Sönmez, Recep Garip, Nurullah Genç, Ali Haydar Haksal, Senai Demirci gibi şair ve yazarlarm Kuran, sünnet ve İslam tarihinin kadim eserlerinden hareketle Allah'ın güzel isimlerini yorumluyor.