19 Kasım 2017

Deli Kadir geliyor hem de fesli

Seksen dört yaşında bir adam celâlden bir denizi, kalbinden zihnine uzanan bir nehir yatağında zapt etmiş ve çağlayan cümleler hâlinde evrenin sonsuz hafızasına akıtarak raptetmek istiyor gibi… Sanki yeryüzünü terk etmeden önce bildiği ve inandığı bütün doğruları kavmine bağıra bağıra anlattığına her şeyi şahit tutmak istiyor ve kapıdan çıkmadan önce eşikte durup uyarılarını, tembihlerini son bir defa yeniliyor. Neredeyse bir asra dayanan ömrü, sürgünler, hapis cezaları, tahkirler, sövgüler ve çeşit çeşit sıkıntılar arasında geçsin, ama sesi, sözü ve işaret parmağıyla gösterdiği istikamet asla değiştirilemesin ve sırtını düşmanlarına hiç   dönmeden  onları hep göğüslesin… O düşmanlardan biri olsaydım bile, yaftalamak yerine önce ne dediğini duymayı, sonra anlamayı ve adanmışlığına hürmeten ayağa kalkmayı tercih ederdim.

Fesli ve deli… Fesli olmasıyla deli olması arasında dolaysız bir bağıntı var elbette. Fes deliliğinin şahidi ve çıplak emaresi! Melon şapka, fötr kasket gibi batılılara özgü serpuşlar siz de takdir edersiniz ki herhangi bir zihinsel dengesizliğe işaret etmez; ancak doğunun kisvesi ya da Türk'ün fesi, bir karikatürden sökülmüş ters hunidir ve tereddütsüz, mental bir sorunla ilgilidir?

Şimdi beni iyi dinle adamım! Öylesine bir söz değildi bu söylediklerim; papyonlu Hintli, melon şapkalı maymun ve sarışın zencinin hunharca bir ciddiyetle öğrendiği, Anglosakson spermiyle vaftiz edilmiş, kutsi ve bilimsel tespitlerdir bunlar. Batının çan kuleleridir bak buralar! Zil çalar-dil sarkar, dil sarkar-salya akar, en ateşli perendeleri az gelişmiş halkların titreşimli aydıngoçları atar. Asılın çanlara Kudüs düştü, Büyük Kartal'ımız öldü, şimdi Notre Dame Katedrali'nin altarında çiçekler açar…

Evet, oysa o feste anıtlaşmış daha nice mücessem delilikler görmeliydin! Soyu tüketilen bizonlarının, kuruyan nehirlerinin, çalınan topraklarının, çiçek virüslü battaniyelere sarılı ölü çocuklarının acısını haykırıp yarım kalan hesabını sorarken, soluk benizli katillerinin ve uyuşturulmuş soydaşlarının karşısına, atalarının başına taktığı kartal tüyleriyle çıkmayı dileyen bir Kızılderilinin görkemli deliliği ışıldıyor bak meselâ… Mitralyöz ateşini chonmage şeklinde saçlarıyla, üstünde kimonosu, elinde kılıcı son bir taarruz koşusuyla karşılamayı murat eden yetim kalmış samurayların, kiraz ağaçlarını ağlatan deliliği… Her ıslığında derilerini yüzen kırbaçların tehditkâr şaklamaları altında tahta çanakların tam tam sesleriyle dans ede ede ölürken, isyanın hazzıyla yüzü kocaman bir gülümsemeye dönüşen bir Kunta Kinte'nin ayartıcı deliliği… Dansın ne önemi var diyorsun değil mi? Kendi kanının içine boyun eğdirilememiş, teslim alınamamış hür bir adam olarak, dedelerinin ruhlarıyla el ele tutuşup bir dansın içinden süzülerek düşmek… Afrika sahralarının tılsımlı ritimleriyle biz sizden başkayız, varlığımı varlığınızda çözüp eritemediniz işte demek… Sezai Karakoç'un Masal Şiiri'nden gelen yedinci oğulun sesi değil mi gümbürdeyen; Gazze'yi İngilizlere karşı koruyan son Türk Ordusu'nun pak evlatlarından Hüseyin Çavuş, şehadet hücumuna kalkmadan önce defterine en son şunu yazmıştı; Ne bir dua ne Fatiha isterim sizlerden! İntikam… Ah intikam!” Ah evet deli bu adam…

Seksen yıl konuşmuş, haykırmış, tüm mumyalanmış dogmalara muarız, aykırı bir tarihçi hakkında ne biliyorsun? Feslidir, Shakespeare aslında Şeyhpir'dir, demiştir. Bir de “keşke Yunan kazansaydı” diyen adamdır… Onun adı geçtiğinde “sözde tarihçi”der gevşekçe güler, örneğin İlber Ortaylı'nın adı geçince de yüzüne ciddi bir ifade takınır, büyük bilim adamı ve büyük tarihçi dersin… Böylece afili ve bir şeyleri aşmış çocuk olursun adamım. Bu illerde “bir şeyleri aşmanın” bedeli işte şu kadarcıktır  şimdilerde...

Halbuki ne Mısıroğlu'nun yazdıklarını okudun sen, ne Ortaylı'nın... Ne birinin söylediklerini metodolojinin mihengine vurabilirsin ne diğerinin. Hakikat, mümkün ve abes olanı gündelik yaşamında bile tefrik etmeye  müktesebatın yetmezken,  totemler adına holiganlık yaptırıyorlar sana. Kime gülünecek, kime tazim gösterilecek, kim ıslıklanıp kim alkışlanacak şamatayla bellettiler sana. Hep tutulan tempoyla dost, tutulan tempoyla düşmansın.  Islıklanan ve yuhalanan kötü çocuklar bedel ödüyor da alkışlanan ve yüceltilen iyi çocuklar bunun için bedel ödemiyorlar mı sanıyorsun?

Kadir Mısıroğlu, “Shakespeare aslında Müslümandır, adı da Şeyh Pir'dir ” dediği için gülmen gerektiğine inanıyorsun. Bunu tarihte söyleyen ilk kişinin o olduğunu sanıyorsun ama değil. Bunu doğuda da batıda da söyleyen yığınla adam varken – senin için gerçekten önemliyse- kanıtlar ve kanaatler üzerine okuma yapmak  yerine sırıtman sikletindendir. Gibbons Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin aslında bir hristiyan olduğunu iddia ettiğinde ciddiyetten bulutlar üzerinde tarihsel merak ve tetkike gömülen ‘büyük tarihçiler' saçmalardan seçmeler ve içler acısı gerekçeler üzerinde daldan dala konmayı pek sevdiler; altmış yıldır aman ne değiniler, analizler, makaleler ve iddiaları saygıyla çürütmek için kitaplar döktürdüler. Çünkü kulaklarına takılı küpelerde yazar; “Yes Sir! Coming Sir”

Onun “keşke Yunan kazansaydı” sözünü kalemine dolayan Ahmet Hakan o ibarenin anlamını bilmiyor mu sanıyorsunuz. Sırtına saplanan bir hançerin acısıyla geriye dönüp karşısında oğlunu gören bir baba “keşke beni düşmanım öldürseydi” dediğinde kalbi düşmanından yana olmamıştır  Onu ‘oğluna karşı, düşmanına dost' olmakla itham etmek için ahmak olmak yetmez. Böyle bir ahmaklık türü yok! Sadece cinayetin tarafı olman gerekir. Hz. Ömer'in kendini hançerleyenin bir Mecusi olduğunu duyunca şükretmesi  onun kalbinin Mecusilerden yana  olduğunu mu gösteriyordu?

Eski bakanlardan Yaşar Okuyan Kadir Mısıroğlu'nun cenazesine gidip tabuta eğileceğini ve kulağına “ınınının” diye fısıldayacağını ne demek istediğini de onun anlayacağını söylemiş. Tabii hepimiz doğduğumuz andan beri ezelde bizim için takdir edilmiş ecellerimize doğru süratle akıyoruz. Hâlâ ölüye sinkaf  kastedecek kadar çiğ  bir adamsan öldüğünde fısıltıyı kulağından beklememelisin.. Bence hiç fısıltı beklememelisin...