Dik duran Liberal!
Bu yazıyı kaleme alıp almamayı elbette çok düşündüm. Bu
kadar düşünmemin pek tabi çeşitli sebepleri vardı. İlk sebep, bu yazıyı kaleme
almama hakkında yazdığım şahsiyetin zerre kadar ihtiyacı olmamasıydı. Övülmeye
ihtiyacı yoktu. Hele benim övmeme hiç ihtiyacı yoktu. Çünkü yaptığı hiçbir şeyi
övülmek, beğenilmek, takdir toplamak için, millete gösteriş olsun diye
yapmamıştı. İkincisi bu yazıyı kaleme alarak vicdanımı rahatlatıyor olabilirdim
çünkü onun kadar çalışkan ve politik olarak aktif olamadığım için kendimden hep
utanıyordum. O, bunalımlar yaşamadan çalışıyordu (ya da bize yaşıyorsa da
hiçbir şekilde yansıtmıyordu) bense sıkı çalışsam da arada ortaya aniden çıkan
entelektüel bunalımlarım nedeniyle geride kalıyordum.. İflahım kesiliyordu
Yine de bu yazıyı en azından bir gazete yazısı olarak kaleme almaya karar
verdim çünkü Türkiye'de yetişmiş böylesine bir istisnayı bir sürü mevzu
hakkında yazı yazan ben yazmadan geçemezdim. Ivır zıvır şeylerle uğraşırken
hakiki bir elmastan söz etmemiş olurdum. Bu aynı zamanda büyük ama çok büyük
bir haksızlık, vicdansızlık olurdu.
Yıllardır akademideyim. Akademideki bazı gözlemlerimi sizinle paylaşmak
isterim. Akademideki mevcut ortalama akademisyen tipi
"homomemurus"tur. Homomemurus akademisyen yazmak için yazmaz,
adaletin tecellisi için ya da vicdanlı olduğu için veya birilerini hakiki
bilgiyle tanıştırmak için yazmaz. Homomemurus akademisyen puan toplamak için
yazar. Zaten mevcut akademik sistem de bunu talep eder. Kes kopyala yapıştır
metinlerle - ingilizce olursa daha makbuldür - metin birşey söylemese de, bir
tezi olmasa da sözde indeks dergilerde yayın yaparak puan toplar. Ne kadar çok
puan toplarsa akademinin kariyer basamaklarını o kadar hızlı çıkacaktır.
Yardımcı doçent, doçent ya da profesör olacaktır. Homomemurus akademisyenin
puan toplamak ve öğrenciye not ezberletmek dışında Türkiye'deki politik ahvalle
pek ilgisi yoktur varsa da ideolojik düzlemdedir bu ilgi. Derdi yoktur, derdi olmanın
ne olduğunu bilmez. Yeni yayınları, Batı'daki fikirleri takip etmez. Maaşını
alır, daha fazla maaş için otuz saat derse girer, puan makalesini yazar,
oturur. Okumaya, çeviri yapmaya ya da çalışmaya derslerden zaten vakti bile
yoktur. Bazılarının siyasi bir kimliği, Türkiye'yle ilgili bir derdi,
varoluşsal ve entelektüel bunalımı dahi yoktur.
2002 yılında bir gün yolda yürürken telefonum çaldı ve telefonun ucundaki ses
şöyle dedi: "Merhaba ben Atilla Yayla, Doğu Batı Dergisi'nde
yayınlamış olduğunuz makaleyi okudum ve çok beğendim. İzmir'e geliyorum ve
sizinle tanışmak istiyorum." Sesin konuştukça Atilla Yayla olduğuna kani
oldum ama makalemin nasıl olup da birisi tarafından okunduğuna açıkçası şaşırıp
kalmıştım. Benim ulusal hakemli bir dergide yayınladığım ilk makalemdi ve
üstelik daha çömezken yazdığım ilk makalem nasıl olmuşsa Atilla Yayla'yı
tavlamıştı. Havalara uçarak teklifini hemen kabul ettim.
Bir yemek düzenlemişti ve yemekte onunla tanıştıktan hemen sonra anladım ki
Atilla Yayla'nın bir akademisyen olarak yukarıda bahsettiğim homomemurus
akademisyen ile zerre kadar alakası yoktu. Puan toplamıyordu. Sürekli okuyup,
yazıyor, çeviri yapıyordu. Bunları puan toplamak için yapmıyordu. Üstelik
gençleri toplayıp, kurucusu olduğu Liberal Düşünce Topluluğu'nun bünyesinde
sürekli entelektüel faaliyetler düzenliyordu. Sorulan her soruya lafı hiç
dolandırmadan net ve tatmin edici cevaplar veriyordu. O zamanlar ben içime
kapanık bir tiptim. Bu yüzden beni çok etkileyen tarafı teorik bilgisine eşlik
eden aksiyonerliği oldu. O, her meselede dik duran bir liberaldi!
Atilla Yayla, 28 Şubat'la, Kemalizm'le mücadelesinde an gelmiş o dönemde
iktidarda bulunanlardan çok daha dik durmuş, bu yüzden mahkeme tarafından
cezaya çarptırılmış, ölüm tehditleri almış yine de yılmamış, mücadeleye devam
etmiştir.
Gezi parkı hadisesinde kitle bir heyulaya kapılmış gidiyordu. Entelektüel
sandığımız insanlar, akademisyenler çevremizdeki en azılı fanatiklere
dönüştüler. Herkesin içinden bir canavar çıktı. Gezi hadisesindeki şiddeti eleştiriyoruz
diye Tayyip Erdoğan nefretiyle birlikte saldırı üstüne saldırıya uğradık,
hakaret üstüne hakaret işittik. Ne faşistliğimiz kaldı ne hayvanlığımız..
Küfürün bini bir para.
Gezi'yi eleştiremezdiniz, eleştirirseniz hain ve yandaş ilan ediliyordunuz.
Sosyalist ya da solcu entelektüeller TV'lerden düşmediler, "ay ne güzel,
ne akıllı çocuklar!", "yeni bir kuşak geliyor" diye sabah akşam
gençleri öve öve bitiremediler ki polisle biraz daha çatışılsın, biraz daha kan
aksın.. Yeter ki hükümet çekilsin, Ölümler önemsiz..
Atilla Yayla o dönemde TV'ye çıktı ve Gezi'yi, şiddeti eleştirdi. Bütün
hakaretlere ve tepkilere karşı dik durdu. Geziyle ilgili en hakikatli
eleştirileri hem hükümet hem de protestocular açısından yapanlardan biriydi. Bu
çok Özgürlükçü arkadaşlar ise yaptığı eleştirilerdeki hakkaniyeti görmeyip Gezi
hakkındaki düşünceleri nedeniyle hocaya karşı hemen lince başladılar.
Çok geçmeden bu sefer paralel yapı hadisesi patlak verdi. Paralel çetenin
iktidara karşı darbe operasyonuna karşı dik duran yine oydu. Kendisine karşı
medyada linç kampanyası başlatanlara aldırmadı yine doğru bildiğini söyledi,
lince katılanlar arasında bazı eski dostları, öğrencileri olsa bile. Kimileri
hakiki liberaliz diyerek aynı çetenin tuzağına düştüler. Hoca onlara karşı da
dik durdu.
Geçen kahvede bir öğrencimle otururken Atilla hoca aradı. Halimi hatırımı
sorduktan sonra ben de "siz ne yapıyorsunuz" hocam diye sordum.
"Kimse okumuyor ona üzülüyorum" dedi. Telefonu kapattıktan sonra
öğrencim İhsan, "Atilla hoca ne yapıyormuş?" diye sorduğunda, ona
"Kimse okumuyormuş ona üzülüyormuş" diye cevap verdim. Çocuk biraz
düşündükten sonra "Benim bir bölüm başkanım var kedisi hasta olmuş diye
üzülüyor, hayatta tek üzüldüğü şey bu" "Atilla hoca ise neye
üzülüyor, derdi olmak herhalde böyle bir şey, şaştım" dedi.
Türkiye'de akademisyenin işi rektörün önünde, dekanın önünde, bölüm
başkanının önünde olmadı jürilerin önünde eğilip bükülmektir. Hatta
kimileri işi yalakalığa vardırır. Dik durmak zordur. Dik durmak cesaret ve güç
ister. Dik durmak adalet duygusu olan vicdana sahip güçlü insanların işidir. Bu
ülkede akademide puan toplamacı değil, entellektüel olanın ya hakları verilmez
ya da engellenir. Türkiye'nin dik duran akademisyenlere, entelektüellere
ihtiyacı var. Türkiye'nin entelektüellere ihtiyacı var, Türkiye'de silahların
değil, düşüncelerin çokça çarpışmasına ihtiyaç var. Küfürler değil,
"Düşünceler" çarpışsın ki bir alev çıksın. Yenilik anca böyle mümkün.
Biz öğrenciliğimizde üniversite yıllarında Atilla Yayla, Hüsamettin Arslan gibi
hocalarla karşılaştık. Onlardan memur akademisyenliği değil, entelektüel nasıl
olmalı onu öğrendik. Belki gelecek kuşaklar bizim kadar şanslı olmayacaklar.
Çünkü onlar gibi hocaları tanıma şansından mahrumlar. Akademiyi gittikçe saran
düşünmenin, fikirlerin değil, görselliğin ve düşünmeden ezberin egemenliğidir.
Onlar mevcut akademisyenlerden "Düşünme" üzerine değil, bol power
pointli dersler dinleyip puan nasıl toplanır onu öğrenecekler. İçi boş
ingilizce paperlar yazacaklar. Bu hocaları tanıdığım için kendi adıma çok
şanslı olduğumu söylemek zorundayım. Bir kuşak bu dünyadan yavaş yavaş göçüp
gidiyor. Geçenlerde vefat eden Ahmet Cevizci Hocamı rahmetle anıyorum. El emeği
göz nuru Felsefe Sözlüğünü bize miras bıraktı. Çok sayıda kitabını ve
çevirisini de. Ondan önce Türkçe'de doğru düzgün sözlük yoktu. Onun gibi
hocalar çok çalışırlar. Bu hocaların mirasını, düşünce geleneklerini,
tarzlarını bir ölçüde de olsa kendi adıma sürdürmeye çalışıyorum. Yapabildiğim
kadar. Bu hocalar hiçbir zaman çok okudukları ve çok çalıştıkları için kibire
sahip değildir. Atilla hocama, Hüsamettin hocama öğrencisi olarak beğendiğiniz
bir kitabı tavsiye edebilirsiniz ve gidip hemen o kitabı bulup ilgilenirler.
Halbuki bazı hocalar egolarından ve kibirlerinden öğrencisinin tavsiyede
bulunmasını kendilerine hakaret bile sayarlar. Kendilerinden ileri bir adımı
çekemezler halbuki çok okuyanın Sokrates gibi zaten kibiri olamaz. Çok okuyan
bilmediklerinin de farkına varan kişidir. Bu insanı mütevazı kılar.
Ünlü edebiyatçı Elias Canetti, Körleşme adlı harikulade romanın yazarı
günlüklerinde şöyle der: "düşünmenin iki türü vardır: yaraların içine
yerleşenler ve evlerin içine yerleşenler." Gerçekten de ev sıcaktır,
güvenlidir, konforludur. Evde olmak rahat olmaktır. Yara ise sürekli kanar,
yaraya yerleşmek rahatsız edicidir, can acıtır. Dik durmak aynı zamanda
yaralanmaktır. Atilla hoca bize dik duruşuyla her zaman yaralanmaya rağmen dik
durmayı öğretti. Kendini yaralayanlar hakkında bize üzüntüsünü ifade etmek
dışında hiçbir kötü söz söylemedi. Ne bedduasını ne hakaretini duyduk.
Atilla hoca hep zorlu süreçlerden geçti. Belki de dik duruşu nedeniyle hep
geçecek. Bugün onu "Yandaş" olmakla itham edip duranlar. İsmen
itham etmek istemem. Onlar kendilerini biliyorlardır. Bazıları emek verdiği
eski öğrencileri. Benim üzerimde hocanın derslerime girmediği, tez hocam
olmadığı için o kadar emeği belki yoktur ama olanlara karşı vicdanımı
susturamam. Susturmamalıyım. Evet hoca "Yandaş". "Memleketinin
yandaşı". Bir kişinin politik görüşlerine katılmayabilirsiniz,
eleştirebilirsiniz eyvallah derim, fakat sürekli Yandaş diyerek, düşünmeyen,
fikri olmayan bir adam muamelesi yaparak hakaretengiz bir dille çalışmalarına
da mı hiç saygı duymayacaksınız? Üstelik sizden daha fazla çalışıyor, okuyor,
yazıyor ve çeviriyorsa? Sizden daha fazla entelektüel derinliği tecrübesi
olduğunun ispatı olan çalışmaları heryerde okunuyorsa. Peki siz düşüncenin,
fikir adamlığının değil de neyin yandaşısınız? Ortaya çıkardığınız eserleri tek
tek görelim. Boynuzun kulağı geçmesi gerekir. O yoksa, bari biraz erdeme sahip
olun. Yiğidi öldürün ama hakkını yemeyin. Fikirlerine katılmasan da bir düşünce
adamının çalışmalarına saygı en nitelikli erdemdir. Adil olun. Vicdanınıza
kulak verin. Bari her hadisede Atilla Yayla'ya karşı saldırganlaşan ve dilleri
çirkin bazı yeni yetmelere biraz da olsa bu erdemden bahsedin. Hakikaten
bahsedebilir misiniz?