22 Şubat 2017

Dündar Taşer’in zaviyesinden

Bugünlerde referandum ve mevcut konjonktür sebebiyle ülkücülere dair yerli yersiz pek çok laf dolanır oldu. Devlet, millet vs lafları havalarda uçuyor herkes herkese ders vermenin derdine düşmüş. Burada Milliyetçi hareketin düşünen zihinlerinden Dündar Taşer'e kulak verip düşünmeye konuşmaktan çok ağırlık vermek gerekiyor.

Dündar Taşer Türk Milletinin vefakar bir evladı olarak devlet millet yolunda ter dökmüş, çabalamış ve en önemlisi tefekkür etmiş bir nadir şahsiyettir. Devlete dair tartışmalarının kızıştığı günlerde O'nun fikirlerini hatırlamak zamanıdır: “Türk Milleti için bayrak, devlet'tir. Bu bayrağın dalgalandığı yerde Türk hükümranlığı, ahali için ne büyük devlettir… Devlet, Türk'ün her şeyidir, onsuz olunmaz bir şeyidir.

Devlet, nizam demektir. Adaletin kudreti, kahramanlık ve cesaretin mihrakı, san'at ve medeniyetin inkişafını hazırlayan örgü ve örtü, azametin müşahhas varlığıdır. Tanrı Türk'ü, bu bayrağı temsil ettiği işte böyle bir devlet için yaratmış ve vazifelendirmiştir. Milli görüşümüzde vatan değil de daha çok devlet ve onun hâkimiyet sembolü olan bayrak esastır.  

Nitekim, bayrak nereye gidiyorsa, Türk de oraya gidiyor. Bayrağın dalgalandığı, yani devletin hâkim olduğu yerde yaşayabiliyor. Onun çekildiği yerde yaşayamıyor. Demek ki, devlet ve onun hâkimiyet yahut hükümranlık sembolü olan bayrak,  vatandan asli bir unsur… Türk, idareci ve efendi bir millet olduğu için, devletsiz ve bayraksız yaşayamıyor. Yani Türk,  tüccar, bezirgân millet değil.” Bu bakımdan bayrak, vatan, devlet ve milleti düşünürken bu zaviyeyi göz ardı etmemek doğru olacaktır. Âlem, nizam üzere döner, devlet o nizamın aracı, bayrak sembolü, millet ise yürütücüsüdür.

Bu yürütücü milletin kim ve ne idüğü meselesi aşikar olmadıkça devletin ne idüğünü anlamak zor olacaktır. Merhum Taşer bu konuda, “Millet, uzun tarihi hadiseler ve içtimai yaşayışı içinde, imanın, kanın ve duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş  bir varlıktır ve sun'i bir mevcudiyet değildir… Millet, yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar, ne âlimler, ne sa'natkarlar bir millet imar edemezler. Millet, binlerce  sene içerisinde, kanın, imanın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş; müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış,  müşterek davranışlar halinde görünmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan  bir varlıktır. Atilla'nın misafirlerine altın kaplar içinde yemek ikram ederken, tahta çanaktan tek türlü yemeğini yemesi  ne ise, Yavuz Sultan Selim'in yemek usulü de aynıdır. Atilla'nın Bizans hükümdarına gönderdiği mektubun edası, üslubu,  hitap tarzı ne ise, Kanuni'nin François'ya gönderdiği mektubunki de öyledir. İşte millet, bu ayniyet ve devamlılıktır. Millet, binlerce sene içinde kan'ın, iman'ın, duyguların birleşmesiyle yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlarmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır.” Millet canlı bir varlıktır, zaman ve mekân içinde değişerek ama ayniyet içinde devam eder. Bu bakımdan, dini ü devlet/mülkü millet için yani milletin varlığının devamı ve devletin nizam içinde sürmesine çalışmak manasında/bağlamında milliyetçilik kendi manasını bulur. Kan tahlillerine, kafa tası ölçümlerine çok uzak olan bu yaklaşım Allah'ın sizi milletler olarak yarattık lafzının mütevazı bir tefsiri gibidir.

 Bu zaviye içinde Dündar Taşer devlet ve milleti modern zamanlarda bir yere oturtur. Yerini kaybedenlerin her şeyini kaybedeceğini çok iyi bilmektedir. “Şunu da söyleyeyim ki, biz gittiğimiz her yere sulh, sükûn, huzur, adalet ve nizam götürdük. Avrupa, gittiği her yere medeniyet namıyla huzursuzluk, haset, nifak, sefahat ve fuhuş götürdü. 19uncu asırda ve 20inci asrın başlarında kendini fuzuli olarak medeniyet havariliği vazifesi ile muvazzaf gören Avrupalılar, gayri medeni diye isimlendirdikleri kavimlere, mesela; bizim eski eyaletlerimize karşı, bir fetih hakkı iddia ettiler ve buraları sömürge yaptılar. Aslında bu iddia gülünç ve tamamen manasızdır. Onların “hak” dedikleri şey de, “kuvvet”ten ibarettir. Kuvvetin adı medeniyet, kuvvetsizliğin ise bedeviyet olamaz. Biz kuvvetli olsaydık mesele aksi olacaktı… Fakat Avrupa'nın kuvveti müeyyidesiz kuvvettir. Yani vahşi kuvvettir. Daha doğru bir tabirle kaba kuvvettir. Bizim kuvvetimiz ise daima müeyyideli ve ölçülü olmuştur…. Şu açıktır ki, Tuna'dan Yemen'e, Cezayir'den Bosna'ya kadar uzanan sahada sükûnu ve huzuru temin eden bir kavmin ve  idarenin yokluğu kendisini hissettirmektedir. En büyük düşmanlarımız bile, bugün, Ortadoğu'da dün tahammül edemedikleri  mevcudiyetimizin, ne kadar lüzumlu olduğunu anlamışlardır. Zaten Birinci Dünya Harbi'nden sonra, bazı Avrupa siyasileri,  “an'anevi diplomasinin büyük muvazene unsurlarından olan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmpara­torluklarını  parçalamayalım” fikrinde ısrar etmişlerdir. Bugünkü hadiseler, o sırada işlenmiş olan büyük siyasi hatanın neticesi gibi  görünmektedir.” Taşer'in bu perspektifi bugün Türkiye'nin geldiği noktada tevarüs ettiğini söylemekten çekinmediği gerçekleri yansıtır. Bu ülke artık geldiği kavşakta soğuk savaş ön yargılarının ötesinde bu toprakların devlet, millet ve tarih zaviyesiyle bakan düşünen zihinlerle yeni sözler inşa etmelidir. Bugün yerimiz nedir? Teklifimiz nedir? Sebep olarak üzerinde birleştiklerimiz nelerdir? Bunların cevapları bizi sağduyulu bir yere ulaştırabilecektir. Aktüel gelişmeler ve soğuk siyasi kutuplaşmalar yerine birde buradan bakalım. Taşer bahsettiği coğrafya, nasıru'l-ibad(kullara yardımcı), amiru'l-bilad(beldeleri imar eden), dafiu'z-zulumat velfesad (zulüm ve fesadı kaldıran) olan mefkûre, umran ve şahsiyetin milletini özlüyor. Hatırlarsak anlayacağız ve harekete geçeceğiz.

Nurettin Topçu'nun “Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir; davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır” sözlerini hatırlarken, son tartışmalar bağlamında Merhum Taşer'in “Ülkücülerin kanaatleri sağlam, imanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler ama odun gibi değil; elmas gibi pırıl pırıl” sözleriyle bitirelim. Anlayana…