02 Mart 2016

Dünyeviliğin doğal sınırları

 Geleneksel tıp karşısında modern tıp farklı bir tabiat, kozmoloji ve insan anlayışının ürünü. Modern insan ise geleneksel insan karşısında dünyevi duyarlılıklar itibarı ile konumlandırılması  neredeyse imkansız  bir halde.Bu konumlandırma zorluğunun nedeni modern insan ile geleneksel insanın hayat felsefesi arasındaki uçurumdan kaynaklanır.

Kanaate karşı hırs, tasarrufa karşı müsriflik, statü simgelerine karşı düşkünlüğün, irfan kaygısını bayağılaştırması, ruhun enginlik arayışının, bedenin çekiciliği ve süreğen sağlık kaygısıyla sakilleştirilmesi. Tüm bu haller bahsini ettiğimiz uçurumun o devasa boşluklarında gezinen soğuk rüzgârlardır.

Modern insanın hastalık hastalığı ve sağlık tedirginliği konusundaki paranoyasının sebebi şüphesiz ki dünya ile ahiret arasında açılmış mesafe. Çünkü insanlık, tarihinin hiçbir dönemi bedensel kaygıların böylesine coştuğu bir döneme şahit olmamıştı.

Geleneksel dönemlerde tekke-manastır yaşantısının zühtçü pratikleri iç bedenin, yani ruhun güzelleştirilmesi ve çekicileştirilmesi ile ilgilenirken, modern dönem akıllı, zeki, zengin ve kudretli olmanın simgesini zayıf ve zarif bir beden sahibi olmaya indirgedi.

Bu indirgeme ise tahakkümünü sonu gelmez bir sağlıklı olma ve uzun yaşama kaygısıyla perçinledi. Bu hâli özellikle de herhangi bir kilo ve sağlık problemi olmayan danışanlarımın kökleri televizyon ekranına uzanan soru ağaçları ile hakkıyla anlayabilme imkânı buldum. “Ne neye iyi gelir, şunla bunu karıştırdık mı şuna iyi gelir mi, otlar, çaylar, baharatlar…”

Elbette ki sağlık problemleri olan insanların şifaya kavuşma çabalarını hor göremeyiz ama sağlıklı insanların malum takıntısı Bakara Suresi 96. Ayet-i Kerime'de tasvir edilen halle uyuşur mu?

“Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün insanlardan; hatta Allah'a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak, onları azaptan kurtaracak değildir. Allah, onların bütün işlediklerini görür”

Kimileri mesleki, kimileri entelektüel hassasiyete sahip bir çok bilim adamı ve araştırmacı şüphesiz bu soruyu kendi içlerinde tartışmışlardır. Hepsinin ulaştığı çok verimli neticeler vardır ama beslenme eğitimi almış bir kişi olarak sormak isterim ki: Neredeyse toprağın ve tohumun sanallaştığı, suyun her geçen gün biraz daha içilemez hâle geldiği, mahsulün sadece adı ve şeklinin esas olarak kaldığı bir ortamda hangi otun neye iyi geldiği veya hangi baharatın ne kadar tüketileceği bilgisi ne kadar önemlidir?

Her geçen gün biraz daha örselenen Dünya ve vesile olduğu nimetler işlevsizleştikçe hayat isyan ettirecek derecede sıkıntılı bir maceraya dönüşmeyecek midir?

Tohum, toprak ve su sorunları konusundaki kırmızı alarmların toplum nezdinde pek umursanmaması ve bahsi geçen sorunlara dair sivil ve politik insiyatiflerin umursamazlık seviyesinde kalması endişe verici.

Daha beteri ise medyanın bireysel sağlığa dair kaygı demetleri oluşturup insanlık kayıplarına dair eğilimsizlik konusundaki aymazlığı!

Ekrana yansıyan tartışmaların bir çözüm arayışını sergilemekten ziyade çözümsüzlüğün dayatıldığı bir çekişme ve ego gösterisine dönüştüğü,  yığınların sağlığından ziyade şirketlerin kârlılığı için çırpınan reklam ve propagandalar, en yeni olmasına rağmen en uzun soluklu moda olan sağlık saplantısına yapılan büyük katkı.

Bu hal aslında çok şaşırtıcı değil, medyanın görevi zaten temel meseleleri örtbas amacıyla çeşitli çarpıtma mekanizmaları kurmak, şaşırtıcı olan insanın şahsiye dair olan duyarlılığının onda birini insanlığa dair sorunlarına dair yaklaşımlarında görememek…Çözüm böylesi kısa bir yazının içerisine serpiştirilecek kadar basit değil elbette, zaten gücümüz ancak çarpıklığın ve yok oluşun şekil ve sınırlarını anlamaya yetiyor. Sadece reklamcılara, sağlık tröstleri ve global ilaç firmalarına umut veren bu sürecin çalkantılarına karşı Resulullah ve mesajından başka sığınacak mağara bulamıyoruz. Sünnetin dünyayı hakir gören ve dünyaya dair bütün hesapları geçiciliği çevresinde düşünen o yapıcı kudretini tekrar tekrar göz ününe alarak karşımızdaki fitne ateşine belki su serpebiliriz diyoruz. Bir şeylerin düzelmesi elbette çarpıklığın umut sağladığı asit bulutlarına karşı Uhud'un eteklerine sığınmakta yatıyor