12 Ocak 2019

Eğitimde insanî değerlerin çözülmesi

“Kötülüklerin hâkimiyetinin kalkıp, dünyanın iyilikler ve güzelliklerle dolması için, meselenin iki boyutu var” demiştik. Bugün birinci boyut üzerinde biraz duralım.

            “Dünyaya pırıl pırıl gönderilen çocukların bozulmadan, hatta daha iyi olacak şekilde çiçek gibi yetiştirilmeleri!..”

            Biraz açarsak;

            “Yetişen nesillerin insanî, ahlâkî ve manevî değerlerle donanması” deniyor genelde; bu, doğru ama eksik bir ifadedir.

            Olması gereken ise şu diye düşünüyorum:

Yetişen nesillerin insanî, ahlâkî ve manevî değerlerle dinamik anlamda, yani kabına sığmaz-sığamaz şekilde donanması!..

            O, insanı “insan” yapan değerlerle öylesine dolup, kabına sığamaz hâle gelip taşmalı ki, âdeta yerinde duramamalı, o güzellikler her hâlinde her an yenilenerek pırıltılar saçmalı, parıl parıl parlamalı, girdiği yere tatlı heyecanlar salmalı, coşkular içinde âdeta kendinden geçirmeli, yani sarsarak kendine getirmeli…

            Onun içindeki temiz ruh coşkusu, sürekli hareket ve gelişme hâlindedir, dışına vurur ve göründüğü mekânları, küçük büyük herkesi etkiler, güven, mutluluk ve huzur verir. Sürekli yeni,  güzel açılımlar, hareket içinde hareketler, heyecanlar doğurur. Canlıdır, canlandırır. Her şeyiyle ve daima –hatta susarken bile duruşuyla, davranışlarıyla, yaptıkları ve hatta yapmadıklarıyla saygı ve sevgi uyandıran- yol açan ve açtırandır.

Özü ölmüş veya âdeta can çekişmekte olanlara değil, dipdiri olanlara, inşaya ve inşa edenlere talip olalım. Yani kabına sığmayanlara!..

            Şu soru ve cevap yaygındır:

“Filan nasıl?”

            Cevap: “Kendi hâlinde iyi bir insan.”

            Bu olamaz!.. Eğer Mehmet kabına sığsaydı Fatih olabilir miydi?.. Sinan kabına sığsa Koca Mimar Sinan olabilir mi, Yunus kabına sığsa, yani alıç veya buğdayda kalsa Yunus Emre ortaya çıkar mıydı?.. Rabia kabına sığsa Rabiatü'l-Adeviye Hazretleri olur muydu?..

            Müslümanlar Asr-ı Saadet'te 40 kişi olunca Kâbe-i Muazzama'da açıktan namaz kılmışlar… Eğer o 40 sahabi kabına sığsaydı , 400 kişi olsalar gene açıktan namaz kılamazlardı Kâbe'de… Demek ki, kabına sığmayan, içte ve dışta dinamik 40 kişi, öyle olmayan 400 kişiden ve fazlasından daha etkilidir, etkileyicidir.

            Ya da o kabın içini hakkıyla doldurmasalardı…

            Bunun farkında olan Mü'mine Hatun, oğlu Muhammed Celâleddin'e,

            “Babandan daha çok oku evlâdım. Evlâdı anne ve babasını geçmeyen hiçbir millet yükselemez...” demiş. Peki küçük Muhammed Celâleddin annesini ve babasını geçmiş mi? Tarih şahit ki geçmiş. Peki babası kim? Kendi devrinde Sultanu'l-Evliyâ unvanlı Bahaüddin Veled Hazretleri... Küçük Muhammed Celâleddin'den, tarihin akışını değiştiren büyüklerden biri olan Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri ortaya çıkmış.

            Ufuk, vizyon bu ve benzerleri olmadan, ülkemizin, medeniyetimizin, insanlığın, dağların, taşların, kuşların, çiçeklerin ihtiyacı olan o harika nesli asla yetiştiremezsiniz.

Gönlü, sevgi, şefkat ve iyilik arzularıyla dolu, içi yanan insanlar kaldırabilir ancak, bu yalpalayan dünyayı ayağa... Dökme suyla dönen değirmenler, köksüz ağaçlar süprüntü olur ancak. “Yanmayan yakamaz!”

Lâmbalar karanlıktan daha az yer kaplarlar ama içinde bulundukları bütün çevreyi aydınlatırlar... Yıldızlar ve güneş de öyle...

            Kabını hakkıyla dolduramayan ve aşamayan, başkalarını tutuşturamaz, coşturamaz, kapları taşıramaz, engelleri aşamaz, aşıramaz.

Teknik anlamda, dünyanın en iyi eğitimini de verseniz, verebilseniz, ülkemizin, medeniyetimizin, insanlığın, bütün dünyanın ihtiyacı olan harika nesli yine yetiştiremezsiniz.

Söz gelimi, yamyamlar en gelişmiş teknolojileri elde etseler, hatta teknoloji üretseler “medenî” olmuş olurlar mı?.. Dünyada yamyamları aratmayacak vahşetler, dehşetler yaşanmıyor mu, her tarafta ve gözler önünde, hatta seyredilerek, hatta birinci, ikinci veya üçüncü derecede sebep olunarak… Medeniyet sanılan harika teknolojilerle, zarif görüntülü insanlarca öylesine aşağılık şeyler yapılıyor ki, o teknolojiyi üretse de o insan görüntülülere “medenî” değil, “ne denî” (ne aşağılık, ne alçak!), o “medeniyet” denene de “ne deniyet” (ne alçaklık!) denir ancak.

            Ülkesine sahip çıkacak nesiller yetiştiril(e)mezse, ülke batar!.. Ülkesini ve insanlığı, diğerleri değil onlar kurtarmaya çalışır!.. Bunun için her türlü fedakârlığa severek razı olur, talip olur!.. Medeniyetine sahip çıkacak güçlü nesiller yetiştiremezseniz, medeniyetiniz biter!.. Üretip öne geç(e)mezseniz, arkaya takılırsınız!.. Lokomotif olamazsanız, en fazla vagon olursunuz... Sürekli mahkûmiyet, sürekli mahkûmiyet!..

Ülkesini, medeniyetini, insanlığı sevmeyen, kendi şahsî çıkarlarına odaklanan bir insan, Frankeştayn olur ve ne kadar güçlü yetiştirilmişse o kadar zararlı olur.

Canavarın eline teknoloji, bilgi, güç-kuvvet verilmez… 

Hangi taşı kaldırsan altından insan problemi çıkıyor… Bu her alanda böyle…

Öyleyse insanlığın bilgi, teknoloji, para-ekonomi, kültür-sanat ve yetenekten önce insanlığa ihtiyacı var…

Evet, yüksek sesle dillendirildiğini benim duymadığım, fakat hemen hemen her yerde acı acı gördüğümüz büyük hakikat:

İnsanlığın en çok insanlığa ihtiyacı var

Bu problem bütün problemlerin kilit noktasıdır. Bu problemi çözememişseniz, hele hele fark edememişseniz, en iyi ihtimalle havanda su döversiniz... Kendi fanusunuzda kendinizi aldatırsınız... Şimdi iyi olanlar da dâhil, her şey kötüye, daha da kötüye gider…

Mesele köklü çözüm ister. Pansuman tedbirler yarayı derinleştirir ve çözümü zorlaştırır.

Peki, çözüm mümkün mü?

Elbette mümkün, yeter ki fark edilsin ve “problem çözen insan” konumuna geçip çözüme odaklanılsın…

Gönülden selam, sevgi ve saygılarımla!..