01 Aralık 2015

Elçi’ye zeval oldu…

‘Biz bu tarihi bölgede birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış, bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz.

Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz. Bu amaçla, bugün arkadaşlarımla, Diyarbakır Barosu üyesi arkadaşlarımla ve Diyarbakırlılarla birlikte buradayız.

Buradan demokratik tepkimizi ifade etmek için buradayız. Bu davranışı tarihe yönelik, bu şiddet eylemini tarihi bir değere yönelik bu suikastı, saygısızlığı kınıyoruz.'

Diyarbakır'ın dokuz bin yıllık tarihi Suriçi bölgesinde bulunan ve son çatışmalarda hasar gören Dört Ayaklı Minare'nin derdineydi bu sözler.

Sadece insanının hukukunu değil yaşadığı kentin tarihinin hakkını da kendine mesele edinen bir hukukçunun sözleri.

Hayat ne garip?

Hele de her şeyimizi kayıt altına alan bir teknolojinin varlığında. Gariplik katmerli bir hüzünle sarmalanıp düşüyor gözlerimizin önüne artık.

Olayın birkaç dakika öncesini izleyebiliyoruz mesela. Belki kör, belki amacını bilen bir merminin yüzüstü tarihi taş yolara düşürdüğü adam hala canlı, konuşuyor.

Sonra silah sesleriyle birlikte ‘ne olduğunu anlamaya çalışan' tedirginliğini...

Sonra Dört Ayaklı Minare'nin kurşunlanmış ayaklarının dibine düşen cansız bedenini…

Geriye sarıp tekrar tekrar izleseniz topu topu birkaç dakika…

Bir varmış bir yokmuş misali bir anda masallara karışmak bu olmalı.

Oysa Elçi gibi JİTEM'in dilediğince hayatları tarumar ettiği alacakaranlık zamanlarda ayağa kalkabilen, kimsesizlere ses olabilen insanların ölümü bu kadar hazin ve yürek burkan cinsinden olmamalı.

Baskının, zorbalığın, ihlallerin, yasakların, meçhullerin, karartmaların at başı gittiği vakitlerde varlıklarıyla ülkenin her karışında umudu taptaze tutan insanların göçüşü böyle kederli olmamalı.

Yazıktır çünkü. Günahtır, ayıptır.

Kolay mıdır böylelerini yetiştirmek? Dara düşüldüğünde gidilecek kapı olmak? Derdi arzuhale döken, en puşt zamanlarda faili takip eden, bir tek ‘iz' için işkencelere çekilen, tehditler alan, türlü badireler atlatan ve en nihayetinde geçte olsa adaleti getiren ‘Adam' olmak, kolay mıdır?

Bunlarla da kalmaz Elçi'lerin görevleri…

Gün gelip, devran döndüğünde, sorunun adını yiğitçe koyabilen yönetimler geldiğinde, halkın ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaçlarını giderecek adımlar atıldığında, yüzyıllık problemi ortadan kaldıracak çözüm süreçleri başlatıldığında da onlara ihtiyaç vardır.

Halkın yaşadığı acıların canlı tanığı olan onlardır çünkü. Devletin karanlık yüzünü deşifre edecek, iğneyle kuyu kazarcasına da olsa failler ortaya çıkaracak, psikologları yaşanan travmaların kaynağına indirecek, yaraları sarıp sarmalayacak olan onlardır.

Dağdaki başarısızlığını şehirlerin sokaklarında nafile unutturmaya çabalayan örgütün çözüm süreciyle birlikte kazanılan her şeyi hallaç pamuğu gibi savurduğu zamanlarda ilk kapısı çalınacak olanlar da.

Adalet, vicdan, insaf, merhamet,  insaniyet adına her iki tarafı sağduyulu olmaya çağıranlar da.

Ya da dillerin yeniden korkudan lal olduğu zamanlarda ‘Bu operasyonun gerekçesi olan o bölgedeki yasadışı silahlı grupların, silahlı faaliyetleri ve çokça konuşulan hendek, barikat gibi uygulamalar bir an önce sona ermelidir.' diyebilenler de.

Daha dün ‘Biz bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz' diyenler de.

Devlete JİTEM'in varlığını kabul ettiren bir davanın avukatının çözüme, barışa, kardeşliğe dair gösterdiği cesaretin…

Yaşanan bütün acıların son bulması için devletle halk, halk ile örgüt arasında sabırla sürdürülen çabanın karşılığı bu olmamalıydı.

Elçi'ye gerçekten zeval oldu.

Barış ve kardeşlik adına verdiği onca hakkı bizlere helal etti mi bilinmez ama bizden yana ne varsa helal edilesi bir başka barışsever daha öldü.