08 Aralık 2015

Epistemolojik tecdid perspektifi

Kültür ve medeniyet kavramları varoluş düzeyinde öneme sahip olmalarına rağmen hayatımızda aynı değerde anlaşılıp var olduklarını söylemek zor. Kavramlar mefhumları ile idrakimizi, idrakimiz itibarımızı, itibarımız da bizi var eder. Bu mefhumlar muğlaklaştıkça şahsiyetimizde aynı oranda bulanıklaşır. Modern zamanların hediyesi bu kavramlara düşünce hayatımızın iki büyük zihni münekkit bir nazarla ve ihtiyatla yaklaşmıştı.

Cemil Meriç, Kültürden İrfana'da; "kültür, kaypak bir kavramdır. Tahlil edemezsiniz, çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz çünkü bir yerde durmaz. Manasını kelimelerle belirtmeye kalktınız mı, elinizde havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki, her yerde hava var, ama avuçlarınız bomboş" der. Umrandan Uygarlığa'da ise "muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime” olarak tanımlar onu. Bununla da yetinmez “civilisation”ın Batı irfanının iki yüz yıldır sabit bir tanımlamaya hapsedemediği uçarı bir mefhum olduğunu söyler. Bu kavramlar zihin dünyamızdaki devşirme izah şablonlarıdır.

 Nurettin Topçu ise, Kültür ve Medeniyet adlı eserinde, kültürle medeniyeti birbirine karıştırdığımız için Batı taklitçiliğine başladığımızı söyler. Medeniyeti, insanlığın çalışarak ortaya koyduğu teknik eserlerin bütününden ibaret, kültürü ise, bir toplumu kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünü olarak görür. Bunlar ilim, sanat, ahlâk ve dine ait değerlerdir der. Batı tekniği bize asırlardan beri damla damla gelmektedir. Teknik; kültürden sızan bir usare, kültür ağacının yetiştirdiği bir meyvedir. Hâlbuki bizim kendi kültürümüz tekniği yaratmadı. Onu emanet bohçalar içinde Batı'dan aldık, yaratmanın zevkini bile yaşayamadık diyerek kültür ve medeniyet kavramlarının modern içerikleri için savrulan düşünce hayatımızdan dem vurur.

 Din ve Milliyetçilik bağlamında ülkemizde gelişen kültür ve medeniyet tanımları modernitenin etkisiyle batıda veya doğuda kurgulanmış akıl kalıplarının konuya itibari bakışını aksettirdi. Fransız usulü yaklaşım, bir vatandaşlık bağı ile tanımladığı kavramlara laik ve pozitivist bir içerik sunduğundan, var oluşumuzun “din” tarafından itirazlar yükseldi. Alman usulü kültürcü yaklaşım ise, renkli toplum yelpazemizin bazı unsurlarını kapsamakta sıkıntı çıkarınca farklı itirazlar bu yönden de geldi. Müştereklerimizi ve gelecek tasavvurumuzu belirleyecek bu kavramlar birliğini parçalayıcı ve var olanı bozucu bir neticeyle hayatımıza yansıdı.

 Etrafımızda bunca sorun varken "bunlar da nemenem sözlerdir" denebilir. Lakin birey ve toplum düzeyinde kendilik duygusunu ve idrakini inşa edecek kavramları olamayan bir insan topluluğunun kendi ve etrafı açısından makul kelam etmesi zordur. Kaypak kavramların taklitçiliği ile popülist gündemlerle millet hayatımızı idame çabasının sonuçları aşikârdır.

 Ne yapmalı?

Kültür ve medeniyet kavramları köken olarak biri yabancı biri yerli olsa da muhtevası bizden yabancı iki kavram olarak hayatımız ve sözlerimizde dolaşmaya devam ediyor. Kültür kelimesinin bu kaypak yapısı yerine kaynakasabiye” kavramını ikame etmek; böylece müşterekleştirici sinir ağlarımızı söz konusu kılan yeni ve yerli bir kelimeye geçmek söz konusu olamaz mı? İbn Haldun perspektifine icabet.

 Bir “Türk asabiyesi” millet olarak değişik renklerimizle vücudumuzdaki sinir ağları gibi birbirimize bağlayan maddemizle birlikte İslam asabiyesinin bunun birleştiren muhtevasını aynı anda bölünmeden düşünebilmek çok mu zordur?

 

Asabiye bir insanı bir kemale, bir toplumu bütünlüğe, siyasi bir ideali ise devlete dönüştürecek müştereklik bağıdır. İnsan vücudundaki sinirler gibi hem beyinle yani maddi unsurlarla hem de manevi cihazlarla bağlantı adına bütünlüğü sağlarlar. Oradaki fiziki ve metafizik işleyiş maddi hayattaki insanın esas istikametini belirler. Asabı bozulan bir insanın hayatı nizamını kaybedeceği gibi mesuliyeti de ortadan kalkar. İbn Haldun'un kan asabiyesi dediği müştereklik toplumdaki millet varoluşunu kapsarken, intisap asabiyesi ise bu asabiyelerin bir üst-müşterek kavramda kendi aralarında ve diğer toplumlarla iletişimini temsil eder tarzı bir yaklaşımla günümüze uyarlanabilir. Yaratılışın (ve cealnaküm şuuben ve kabail; ve sizi nesep/kabile ve milletler yaptık) kabile ve milletlere ayırdığı sosyal realite li-taarafu (tanışasınız diye) hakikatiyle toplumsal ve milletler arası iletişime bizi götürür. İnne ekremeküm (en şerefliniz) hitabı ise dinin çizdiği ahlak alanını önümüzde açar. Bu yolla milliyetimizle-dindarlığımızın müştereklerini birlikte ifade şansını veren bir gökkuşağına sahip olma ihtimalimiz ortaya çıkar. Asabiye kavramı görüleceği üzere kültürden çok daha muhtevalı ve İbn Haldun'un Mukaddimesi'nde kendi şartlarında ortaya konuşu yanında ve ötesinde, bugün kültür yerine ikamesi mümkün, yeniden üretime açık bir kavramdır. Zihinlerimiz çağdan modernite bağı bakımında özgürleşecekse bu teşebbüsler gereklidir zannındayız. Epistemolojik tecdid çağrısı.

 Medeniyet aslı itibariyle şehir ile alakalı bir kavram. İbn Haldun kavramlaştırmasında asabiye bir siyasi diyalektik ise umran hepsini kavrayan ama onun yanında medinedeki insan, siyaset, iktisat vs. gelişmeleri içine alan bir gelişmeyi temsil eder. Bu bakımdan “modern içerikli muhafazakâr çerçeveli bir kavram olan medeniyet yerine UMRAN'ı ikame etmek bize yapılması gerekene dair daha vazıh bir istikamet sağlayacaktır. Esas olan şehir değil oradaki umrandır. Zarf mazruf ilişkisi…

 Umranı olmayanın bireyi, toplumu ve devleti olmaz. İmar etmek tehzib-i ahlak ile bireyden başlar, tedbir-i menzil ile ev ve ailede devam eder, siyaset-i medine ile devlet yönetiminde nihayetlenir. Medeniyet bir türlü tanımlayamadığımız bir muamma, umran ise şehirde var olan “biz” demek. Yeri ve yönü belli bir kavram; Şehirde şahsiyetle şekillenmek. Öz ve söz alâkası.

 Asabiyesi olmayan bir insan topluluğu millet müştereğine haiz olamaz; vatan, bayrak, devlet hepsi bunun kemal halinin sonuçları olur. Umran ise bu topluluğun medinede yani şehirde kurduğu her şeydir. İbn Haldun'u yeniden üretmek bugün parçalanmış gönülleri birleştireceği gibi kavram kargaşasıyla müşevveş zihinlere bir aydınlık olabilir.

 Kavramları değiştirmek, mefhumları yenilemek, aklımızın göremediklerine yeni ufuklar açabilir ve nazarımız hakikate doğru genişleyebilir. Umrandan Uygarlığa evrilen aklımızın belki yeniden bir tekâmül yaşaması gerekiyor; medeniyetten Umrana; şehircilikten şehirliliğe.

 Yeni olan epistemolojik bir tecdidin ürünüdür. Varlığın değişmeyen doğasında varoluşun izafi yenilenmelerinde yaşanan genelde budur. Değişen varlık değil bizim ona nazarımız ve mefhumumuzdur. Buradaki endişe “muhafazakâr” kavramlar çatısında heveskâr bir malumatfuruşluk olmanın ötesinde epistemolojik müceddidlerden alınan ilham ile bir dikkat çekme gayretidir. Zira şeylerin başına muhafazakâr konulunca o şeyin özündeki değişmiş olmuyor.

 Bunca sıkıntının arasında bu da ne şimdi dimi; epistemolojik tecdid için umranımız bizi çağırıyor vesselam…