18 Şubat 2019

Erzurum'un işgali 16 Şubat 1916

Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, 22 Aralık 1914 - 5 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden Sarıkamış Harekâtında büyük bir hezimet yaşamıştık. Müslümanları derin bir elem ve kedere boğan Kafkas cephesindeki bu hezimet, bütün zafer ümitlerini yok etmiş, Şark Cephesindeki ordumuzun yeniden toparlanması çok zor hale gelmişti. Ruslar ise daha da cesaretlenerek Erzurum'u ve Anadolu'yu işgal emellerine bir adım daha yaklaşmışlardı.

Mayıs ayına girilirken, Rus ordusu bir taraftan takviye kuvvetlerle hazırlık yapıyor, diğer taraftan içimizdeki Ermeni hainlerini çeşitli bölgelerde karışıklık ve isyan çıkarmaya teşvik ediyorlardı. Rusların büyük bir taarruza hazırlandıkları istihbaratı alınınca; Erzincan, Tokat, Harput Talimgâhları Erzurum'a nakledildi. Şark vilayetlerinin Valileri de Erzurum'da toplanarak kış erzakı temini için müzakerelere başladı.

Aralık ayında General Nikolay Yudeniç kumandasındaki 120 bin kişilik Rus ordusu, Pasinler'de tam merkezde bulunan 11. Kolorduya karşı taarruza başladı. Üç gün üç gece devam eden muharebe Rusların lehine neticelenmiş, düşmanın Hasankale önlerine kadar gelmesine sebep olmuştu.

Bir müddet sessiz kalan Rus ordusu, nihayet 5 Şubat 1916'da harekete geçti. Önce topçu ateşiyle 9. Kolorduya hücum eder gibi gösterip, ardından asıl hedefi olan 10. Kolorduya taarruza başladı. Bu kolordu büyük zayiat verip düşmana karşı dayanamayacağını anlayınca kademeli olarak geri çekilmeye başladı.

Rus kuvvetleri hücumlarına ara vermeden Gürcü Boğazından ovaya girerek, şehri ablukaya almaya başladı. Bizim kuvvetlerimiz ise üç kola ayrılarak çekilmeye devam ediyorlardı. En geride kalan Abdülkerim Paşa, Erzurum'daki bütün cephaneliklerin bomba ile havaya uçurulması vazifesini Topçu Binbaşı İsmail Hakkı'ya vererek 15 Şubat günü çekildi.

16 Şubat 1916 (Rumi: 3 Şubat 1332) Çarşamba günü önce Rus süvarileri Kars Kapısından şehre girdi. Arkasından Erzurum'u tamamen işgal eden Rus ordusu, Ermenilerin kışkırtıcılığı ile birçok Müslümanı idam etti. Silah arama bahanesi ile de halkın elinde kıymetli ne varsa yağma edildi.

***

BİR ESARET HİKÂYESİ

Erzurum'un işgalinden önce Pasinler'de Ruslarla yapılan muharebede esir düşenler arasında Erzincanlı Ahmet Onbaşı da vardı. Onbaşı esir düşmeden önce yolunu şaşırarak bir ormanda tam 16 gün yalnız başına kalmıştı. Ekmeği ve suyu biten Ahmet Onbaşı, düşmanın ve vahşi hayvanların tehlikesi altında, yabani meyve, ot, hatta ağaç kabuğu yiyerek, erittiği kar suyunu içerek hayatta kalmayı başarmıştı.

On altı gün sonra ormandan çıkan Ahmet Onbaşı, tam kurtulduğunu düşünürken karşısına Rus askerleri çıktı. Narman cephesindeki Rus taburuna rastlamış ve esir düşmüştü. Esaret hayatı o gün başlayan Onbaşı, zatürreye yakalandığı için bir askeri revirde tedavi gördü. Sonra diğer esirlerle beraber önce toplanma bölgesine, oradan da Gümrü Karantina Merkezi'ne götürüldü.

Esir askerlerin ayağında yırtık çarıktan başka bir şey yoktu. Dondurucu soğuk ve bir metreye yakın kar üzerinde yürürken, çoğunun parmakları donuyordu. Mola verildiği zaman herkes elleriyle ayaklarını ovuşturarak ısıtmaya çalışıyordu. Rus muhafızların parmakları tetikte dikkatli bir şekilde esirlerin beş metre kadar açığından yürüyorlardı. Kumandanları herhangi bir esirin kaçmaya teşebbüs etmesi hâlinde, ihtara gerek olmadan ateş etmeleri emrini vermişti.

Akşam olunca Sarıkamış istasyonuna ulaştılar. Burada başka bölgelerden getirilen esir grupları da vardı. Birkaç saat soğukta bekledikten sonra gelen trenin vagonlarına esirleri doldurmaya başladılar. Tepnuşki denilen bu hayvan ve yük vagonlarına normalde 40-50 kişi sığarken, yüz kişi doldurup kapılarını dışardan kilitlediler. Tren kuzeye doğru yol aldıkça hava da gittikçe soğuyordu. Vagonun üst kısmındaki küçük pencere kar ve buzla kaplıydı. Ancak içeriye loş bir ışık sızıyordu. Acıkınca erzak çantalarındaki kuru ekmeklerden yiyorlardı. En büyük sıkıntı köşede duran tenekeye ihtiyaç gidermekti. Bu esnada hem utanıp sıkılıyorlar, hem de pis koku vagonun içini dolduruyordu. Herkes eliyle burnunu tutuyordu.

Tiflis istasyonunda diğer hasta esirlerle beraber indirilen Ahmet Onbaşı burada üç ay hastanede yattıktan sonra iyileştiği için tekrar hayvan vagonlarına doldurularak Bakü'ye götürüldü. İstasyonda trenden indirilen esirleri, yürüterek Hazar Denizi sahiline getirdiler. Buradan çatanalara bindirilen esirler 45 dakikalık bir deniz yolculuğundan sonra Nargin Adası'na geldiler.

Nargin Adası eskiden hapishane olarak kullanılan, ancak harp başladığından beri esir kampına dönüştürülen bir yerdi. Azerilerin Yılan Adası veya esirlerin Cehennem Adası dedikleri bu kamptakilerin çoğu Türk'tü. Az sayıda Alman, Avusturyalı ve Macar vardı. İki kilometre karelik bu küçük ada, sahilden 20 kilometre uzaklıkta olduğu için hiçbir esirin kaçma ihtimali yoktu.

Gelen esirleri yeraltı dehlizlerine götürdüler. Havasız, pis kokulu, hayvan ahırından daha berbat yerlerdi. Üst kısımdaki demir parmaklıklardan biraz hava ve ışık sızıyordu. Günde bir kere kuru ekmekleri buradan atıyorlar, ekmekleri kapışmak için esirler birbirini eziyordu. İlk iki gün içinde, hasta ve zayıflar başta olmak üzere bu kargaşada 10 kişiden fazla ölen olmuştu.

Nargin Esir Kampı'nda çile dolu altı ay geçirdikten sonra yine trenle yeni bir yolculuğa çıkan Ahmet Onbaşı, iki haftalık işkenceli bir maceradan sonra Moskova'ya geldi. Burada silah fabrikasının ahşap torna kısmında çalıştırıldı.

1917 yılının Şubat ayı geldiğinde Moskova'da ilk ihtilal hareketleri başlamıştı. Bolşeviklerin Çarlık rejimine karşı giriştiği grev ve mitingler, esirleri de etkiledi. Eylül ayında ekonomik sıkıntılar iyice artmış, halk açlık ve sefalet içinde perişan bir hâldeydi. 800 civarında fabrika kapanmış, 200 bine yakın işçi işsiz kalmış, ekmek sıkıntısı başlamıştı. Bolşevikler bütün bu sıkıntıların çaresi olarak gösteriliyordu.

Ahmet Onbaşı ve arkadaşları bu defa bir çiftlikte ırgat olarak çalışmaya gönderildi. Ekim ihtilalini bu çiftlikte yaşayan esirler, ihtilalcilerle onlara direnen Çar taraftarları arasında kalıp çok büyük tehlike atlattılar. Bolşevikler iktidarı ele geçirince bütün topraklar ve çiftlikler devletleştirildi. İki sene süren bu çiftlik macerasından sonra Onbaşı'yı çöpçülük bekliyordu.

Moskova'nın bir banliyösünde çöpçülüğe başlayan Ahmet Onbaşı burada bir yolunu bulup para kazandı. Birikimlerini de altına çevirerek hiç kimsenin tahmin edemeyeceği (!) bir şekilde saklamayı başardı. Çünkü aklına firar etmeyi koymuştu. Sonunda biriktirdiği 8 altını yanına alarak bir hayvan vagonuna gizlice bindi. Ama tren Sibirya'ya gidiyordu. Tekrar geri dönmesi ona bir ay zaman kaybettirdi.

Daha sonra Petersburg'a giden bir trene binerek firar etmeyi başardı. Yolda altınlarını bozdurarak tren bileti ve yiyecek aldı. Varşova, Viyana, Sofya, Edirne'den geçerek, dört aylık sıkıntılı bir yolculuktan sonra 1921 yılı ortalarında İstanbul'a geldi. Özbekler Tekkesi'ne giderek Milli Mücadele saflarında Rusça tercüman olarak çalıştı. Ardından Afyon Cephesine gönderildi. Dumlupınar'da Yunanlılara karşı savaştı. Nihayet 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşundan sonra terhis edildi.

Trenle Ankara'ya gelen Ahmet Onbaşı, buradan yürüyerek Erzincan'a gitti. Askere gidişinden tam 12 sene sonra memleketine dönen Ahmet Onbaşıyı köyünde büyük bir dram bekliyordu. Üç aylık evliyken bırakıp gittiği hanımı maalesef......

Bu anlattığım kurgulanmış bir hikâye değil, gerçekten yaşanmıştır. Olayın kahramanı Emir Musaoğlu lakaplı Ahmet Onbaşı, 1890 ile 1961 yılları arasında yaşayan öz dedem Onbaşı Ahmet Taşkesen'dir. Maceranın tamamını merak edenler için kaynak: ESARET 1916, Nurettin Taşkesen, Mihrabad Yay. İst. 2016.