Eski Yollar, Yeni Yorgunluklar
Küçücükken… Bilmediğimiz bir sürü şeyle doluyken hayatımız. Acemice üşürdük o zamanlar.
Deniz esintisinde başka,
kar ayazlarında başka, deniz kıyısına yamaçla bakan serin yaz gecelerinde başka,
her serinlikte/soğukta bir başkalık vardı. Hepsine acemiydik, tanımıyorduk
henüz. Yabancıydık dünyaya.
Zaman geçtikçe öyle her yerde
üşümez olduk. Isınmak için hareket etmeyi, soğuğa teslim olmamayı öğrendik.
Benim üşümeye dair en çok
anımsadığım zamanlar uzun yolculuklarda verdiğimiz molalar oldu hep. Otoyolların
kırsalına serili küçük, maviye boyanmış tahta sandalyeli lokantalara uğradığımız
yolculuklardı bunlar. Öylesine uzundu ki sanki saatlerce dinlenmek gerekirdi
ama hiç o kadar bekleyemezdik. Karanlıkta upuzun yollara düşerdik yine.
Sadece araba farlarının
aydınlattığı hiç eskimeyecekmiş gibi duran karanlık yollar ürpertirdi. Gece yollarda
olmak ürkütücüydü zaten.
Bir ışık huzmesi göründü
mü bil ki orada birilerinin hayatı vardır. Hayat uzak bir kuytuda derin
uykusundan uyanmış, karşılamaktadır gelenleri. Dinlenecek herhangi bir yer yarı
ev gibi görünür o zaman.
Nerelerdir onlar?
Kahvehanesi, söğüdü, söğüdün
altında musluksuz bir borudan akan buz gibi dağ suyu, sabah erkenden sıcak çorbası,
üç beş masası bulunan köhne lokantalar.
Işıklarıyla metrelerce öteden
sevindiren benzin istasyonları.
Çeşitleri gitgide artan,
içlerinde koskocaman alışveriş merkezlerinin sığdırıldığı modernize olmuş
tesisler.
Issız yolların ardında
sessizliği bozuyorlar.
Emaneten gelip geçilen
asfalttan çıkıp mıcırlı kapı önlerine park edilen araçlara köşe ayırıyorlar.
Hava oralarda daha
temizdir her yerden. Her şey el değmemiş hiç kullanılmamış gibi görünür. Yol
üzerinde yaşanmışlık, eskilik yoktur. Siz gelince canlanır, sanki siz gidince
de ölürler sanki o mekânlar.
Gideceği yeri, gitme
amacını unutturan, bir süreliğine zamanı durduran, yolu sabitleyen molaların
sahipleri onlar.
Hayatın molaları gibi.
Kimi zaman hayatta öyle
kesitleri var ki ayrılmayı ve hareketin başlamasını hiç istemediğimiz. O
kesitlerde karşılaşıyoruz bin bir yabancıyla adını bilmediğimiz ve sormamız
gerekmeyen.
Yol üzerindekiler gibi. Yolcular,
tezgâhtarlar, benzin istasyonundaki pompacılar. Ne sırdaşınızdırlar ne de
önemli anlarınızdaki şahidiniz.
Onlar da yola benzer.
Gelip geçilen...
Sanki bir evleri yokmuş
da görev yerlerinde yaşarmış gibi duruyorlar. Hakikaten onlar nerede yaşıyorlar?
Yol üzerinde çalışmak mı
yaşamak mı onlarınki?
Hepsi birbirine benziyor.
Yolun konforu ve yaşayıcısı
gibiler.
Kilometrelerce ötedeki
tabelalarla tanışırsınız onlarla. Sonra birinden birine misafir olursunuz.
Bazılarının müdavimleri vardır, bazılarınaysa her geleni farklıdır birbirinden.
Ben bir fark görmüyorum
aslında. Hepsi birbirinin aynı görünüyor. Hepsi sıcak yaz gecelerinde üşütüyor.
Hepsinin suları buz gibi akıyor.
Ama bu düzen değişti
artık. Yollar kısaldı.
“Eski yol” oldu oralar. Tenhalaştı.
Tercihli olarak kullanılır hâle geldi.
Bazıları sırf “nostalji”
olsun diye “eski yola” sapıyor.
Yeni yollar yol üstü
lokantalarından geçmiyor artık sanki. Başka bir dünyadan bir başka dünyaya
gidiyor, koskoca içinde her şeyin olduğu süpermarketlerdeki devasa lokantalara
kalıyor iş.
Yolculuksa bir süreliğine
motor sesi eşliğinde, kaporta kaplamalı sessiz bir seyahat gibi. Bir Allah’ın
kulunu yürürken göremediğimiz yollarda...
Bu “yol hikâyesi” şu
yüzden: Kaç gündür depremin artçılarının depremden ibaret olmadığı anlar
yaşadık, yaşıyoruz. Bir sürü kargaşa, gürültü… Televizyon ekranları koç
konuşanlarla doldu taştı. Yine de yetmiyor ki bunca konuşmak uzlaşmazlıklar, anlaşmazlıklar
olduğu yerde duruyor. Bunca yorucu manzara üzücü olanları geride bırakıyor âdeta.
“Hadi işimize bakalım” başlıklı konuşmalar dur durak bilmiyor. Bu hengâmede
eski yolları, yolcuları, yolların ev sahiplerini hatırlamak iyi geliyor.
Bilmiyorum herkes benzer
durumda mı; asıl haberi, hakikati kenara iten yorumlardan yorulduk. Keşke yorumcular
da biraz yorulup hakikatin görünmesine müsaade etse…