Fosmodern insanın açmazları ve birtakım çıldırmacalar
Metrodayken, koltuk kapmak için, iki saniye bile ayakta duramayacakmış gibi davranan insanların, indiklerinde yürüyen merdivenleri koşarak çıktıklarını gördüğüm sıradan, yalancı ve saçma bir fosmodern sabahıydı. İliklerime kadar hissiz; istemsiz nefes almak dışında cansızdım.
Sürüklenerek götürülen et yığını gibi garip bir
otomatikleşmeyle her sabah yürüdüğüm kaldırımdan yürümüş, aynı ağacın yanından
yolun karşısına geçmiş, aynı turnikeden geçerek istasyona girmiş, aynı bekleme
noktasında durmuş ve metroda aynı koltuğa oturmuştum.
Yazarken bile sıkıcı gelen bu rutinle sizleri de sıktığımın
farkındayım ama bir de bunu yaşadığımı düşünün.
Benzer durumu kentlerde yaşayan pek çok kişinin bizzat
tecrübe ettiğine eminim. Bunu insanların yüzlerinden anlayabiliyorum.
Yine bu rutinin hissizleştirdiği algı körlüğü içerisinde
‘anlayabildiğim’ nadir anlardan birinde gördüğüm bir tabela, kafamın içerisinde
bi’ yerlerde hâlâ düşünebilen bi’ şeylerin varlığını hatırlattı. Bunun için
teşekkür etmedim, tefekkür ettim. Çünkü zihnin teşekkürü, tefekkürle olur.
(Bana bu cümleleri yazdırdığı için teşekkür ediyorum elbette. Ama o an
etmemiştim :))
Tabelada şu yazıyordu: “Dikkat! Sarı çizgiyi geçmek
tehlikeli ve yasaktır.” Altında da “Do not cross the yellow line” ibaresi.
Doğu Batı, sıcak soğuk, aç tok ve daha kainattaki
milyarlarca varlığın zıddıyla kaim oluşuna duyduğum hayranlık, bu tezattan
doğan tefekkür parıltılarından aldığım zevk, o bir anlık ayırt edişin açtığı
kapılar… Aniden fincanlarca kahve içmişçesine ayılarak sarf ettiğim cümle şu
oldu:
“Biz bir kalıba girmek için tafsilatlı izahat isteriz. Kolay
ikna olmayız. Gavur ise yap dersin, yapar”
Türkçe kısımda adeta ikna çabası var gibi. Önce “Dikkat!”
diyerek bir ihtar geliyor ve sarı çizginin geçilmemesi gerektiği uzun uzun
anlatılıyor. Bak diyor, tehlikeli diyor, tehlikeli olduğu için yasaktır diyor.
Buna rağmen kurala ne kadar uyulduğu da ayrı bir konu. Ama İngilizce kısımda ise
yekten, ‘sarı çizgiyi geçme’ diyor ve konu kapanıyor.
Buradan Batı’nın itaate daha meyyal -tabiri caizse
köleleşmeye daha müsait- bir toplum olduğu fikrine ulaşmak zorlama gibi
gelebilir. Ama tarihte Romalılar’ın, daha sonra kilisenin, şimdi de
emperyalizmin önce kendi toplumlarına yaptıklarını; veya günümüzde başta Batı
olmak üzere toplumların pek çoğunun evvela kendi nefislerine köle oluşlarını
düşününce çok da zorlama olmadığı kanaatindeyim.
Zıtlıklar demişken… Bir gün yine asfaltta sürüklendiğim
sırada kentin keşmekeşinde kendini kaybetmiş, milyonlar içerisinden bir kişi
olduğu halde dokunsan milyon âh işiteceğin ‘sıradan’ ‘özel’likte bir buz
taşıyıcısı görmüştüm. Buz taşıyor ama terliyordu. Garsonluk yaparken aç kalan
insanların da olduğunu hatırlayarak yanından geçtim.
‘Hayat’ın, ‘ölüm’ var diye anlamlı olduğunu düşünüp ‘Bana ne
Batı’dan. Ben kendi nefs zincirlerimi kırmalıyım’ dedim ve bu sefer başka bir
turnikeden geçerek güvenlik görevlisine selam verdikten sonra, yürüyen merdiven
yerine basamakları kullandım.
İnsan günlük hayatında böyle küçük farklılıklar yapınca,
rutinini değiştirip alışkanlıklarının dışına çıkmaya çalışınca aldığı nefesin
farkına varıyor. Bu farkediş canlılığı yani hayatı, hayat ise ‘el-Hayy’ı, ‘Her
Daim Diri Olanı’ ve ‘Tüm Hayatların Kaynağı’nı hatırlatıyor. Bu vesileyle insanı
ölümden ecel sayesinde koruyan Allah’a şükretmek için bir sebebinizin daha
olduğunu anlıyorsunuz.