VF kat sol
VF kat sağ

23 Ekim 2020

GÜLDEN KILIÇ: “YAZMAK; YÜKSEK SESLE SAKLANMAKTIR”

Bir kayık gibi her gün bir okyanusun içinde yol alıyoruz. Bazen dinlenerek bazen de azgın dalgalarla boğuşarak. Bazen bir topluluk içinde bazense yalnız. Yüksek duygu yoğunluğu yaratıyor insanda bu hengame. Gülden Kılıç, bu hengamenin içinde karşılaştıklarını zihninin, duygularının süzgecinden geçirip öyküler meydana getirmiş. İnsanın varoluş mücadelesini, çaresizliğini, yalnızlığını okuyan, bir o kadar umudu, sevgiyi yeşerten hikayeler… Her kesimden farklı insanlar ve hikayeleri.  21 öykünün buluştuğu “Kendine Dayanıyor İnsan” adlı kitap, Postiga Yayınları tarafından basıldı.

Sevgili Gülden Kılıç'la kitabı ile ilgili söyleştik. Samimi cevapları için teşekkür ediyorum.

Kitabınızdan anladığım kadarıyla yazıyla yakın ve uzun yıllardır süregelen bir ilişkiniz var. Ne zaman yazmaya başladınız ve yazmak sizin için ne ifade ediyor?

Lise yıllarında günlük şeklinde yazmaya başladım. Günlüklerim, o zamanlar genç bir kadın olarak kendimle dertleşme aracıydı diyebilirim. Tüm samimiyetimi, içtenliğimi, yalnızlığımı sayfalara dökerdim. Bu sanırım etrafımda konuşacak ve beni anlayacak kimse olmadığını düşünmemden kaynaklanıyordu. Ancak bir gün ailemden birinin günlüklerimi okumasıyla büyük bir üzüntü yaşadım. O günden sonra yazdıklarımı değiştirmeye ya da başka karakterler üzerinden duygularımı aktarmaya başladım. Bence öykü yazmamın ilk adımıydı bu. Bu yüzden yazmak bana yüksek sesle, ben buradayım diyerek saklanmak; kurgu ise saklambaç gibi gelir.

Kitabınızı okuduğumda gerçeğe yakın hikayeler, içli hikayeler var. Gerçek sizin için ne ifade ediyor?

Hayat; gerçektir, gerçek olan her şey zaten çarpıcıdır. Ancak bugün modern yaşamın ve şehir hayatının içinde gerçeklik duygusunu kaybettik, artık daha sanal bir hayat yaşıyoruz, sanal ilişkiler, sanal işler güçler, birinin bir derdi olduğunda buna inanmak istemiyoruz. Bu edebiyata da yansıdı. Okuduğum son dönem öykü veya romanların insanın derdiyle dertlenmekten uzak, çok fazla yazarın iç sesi ve kuruntuları. Yani okuyucuyu o duyguya hissettiğine ikna etmeyen yazılar, daha çok duygu aktarımlarına benzeyen yazılar. Ben, soyut olanı, duygu aktarımını ve yaşama dair farkındalıkları olaylar ve karakterler üzerinden aktarmaya özen gösterdim. Aslında hikayelerimde gerçeği çarpıcı hale getirmek için özel bir çaba sarf etmedim, sadece bunu hatırlattım.

Yolculukları seviyorsunuz galiba? Öykülerde insanın yolculuğu var.

Ben yaşamın bir yolculuk olduğunu ve yaşadıklarımızın da bizim patikamız olduğuna inanırım. Edebiyat da içsel yolculuklar da hayatı, insanı anlamamızı sağlar, diğer taraftan da ölüme hazırlar bizi. Ben okuduğum kadar insan olduğumu düşünürüm. Kitapta sadece yolculuklar değil, bu yolların sonları da var, insanın kendine dayandığı o son noktaları, ruh halleri, çaresizlikleri. İnsanı anlamaya, anlaşılır kılmaya çalıştım, günlük hayatımızda insanı tanımak gibi bir derdimiz yok, kendimizi bile yeterince tanımıyoruz. Sorgulamak değil anlamak üzerine kurulu hikayeler.

Her kesimden çok çeşitli karakterler yer alıyor kitabınızda. Bunu biraz bize anlatır mısınız?

Türkiye çok geniş bir sosyolojiye sahip. Sosyal yapılar içerisinde uçurumlar biraz var, göründüğü kadar homojen değiliz. İnsanların içine girdiğinizde bunu ancak anlayabiliyorsunuz, televizyonlarda her şey zaten güzel. Türkiye'de bir kişi bazı ihtiyaçlara çok rahat ulaşırken bir kişi bunun için kendini, ömrünü tüketebiliyor. Bu hep böyleydi. Doğal olarak toplumda insan tipi de çok, dert de tasa da çok, sevinç de mutluluk da çok. Benim köyden kente göç sürecim, biraz da mesleğimden dolayı çok farklı insanlarla karşılaşmam bu zenginliği sağlamış olabilir.  Bir siyasetçiyle röportaj yaparken 2 gün sonra bir katili de dinlemeniz gerekebiliyordu. Biraz önce bir hakimle görüşürken üç saat sonra toplumsal bir olayın içinde bulunup haber yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu kadar fazla temas da doğal olarak karakter zenginliği yaratıyor. Bu güzel bir şey, insanı insana tanışık kılıyoruz, aslında.

Öykülerinizde kişilerin dünyasının yanı sıra topluma da bazı mesajlar veriyorsunuz. Karakterler sesini duyuramasa da bundan hiç vazgeçmemişler. Neden?

Aslında bireysel sorun diye bir şey yoktur. Bazı sorunlara, bizi ilgilendirmez diyerek kafamızı çevirdiğimizde, toplum, eğitim sistemi, aile, sistem tarafından şefkatle sarılmadığında o sorunların hangi noktalara geldiğini görüyoruz.  Gazetelerin üçüncü sayfaları, internet siteleri ve haber programları böyle olaylarla ve kötü sonlarla dolu. Açıkçası hangisini izlediğimizde bu bizden ve toplumdan bağımsız bir mesele diyebiliriz ki? Hiçbiri. Haberlerde, bir şiddet olayına insanların müdahale ettiğini ve şiddet göreni kurtardığını gördüğümüzde seviniyoruz. Oysaki bu istisna olmamalıydı, çünkü olması gerekendi. Dayanışma ve birbirimizi kollama kültürümüz zayıfladı. Yaşamımda toplumun her kesiminden her türlü insan ve olayla karşılaştım. Bu bende hem aşırı bir gerçeklik duygusu yarattı hem de meselelerimizi bireysel sorunlarımız olarak algılamaktan vazgeçtim.  

Öykülerinizle kadına özel bir yer ayrılmış izlenimi var. Neden?

Kadın, bir toplumun mayasıdır ve yaşadıkları da o toplumun aynasıdır. Dertli kadın dertli toplum; mutlu kadın mutlu toplum. Kadın mihenk taşıdır. Bugünün çok göze batan bir problemi gibi durmasa da halen kız çocuklarını okutmak istemeyen aileler var. Her gün medyada kadınların karşılaştığı baba, koca şiddetini izliyoruz.  Halen kadınların, genç kızların hayalleri aileleri ve erkek egemen kültr tarafından engelleniyor. Halen toplumda yeterli desteği görmediği için kötü koşullarda yaşayan ve kötü yola itilen kadınlar var. Halen kadını önce bir insan ve varlık olarak görmekten çok uzaktayız. Obje olarak görüp toplumsal roller içine hapsediyoruz. Toplumumuz, öncelikle kadın üzerinden biz yüzleşme yapmayı başarırsa diğer sorunlarımız kendiliğinden yok olacak.

Yazmak size ne hissettiriyor?

Yazmayı bana keyif veren ve mutlu eden bir eylem olarak tanımlayamayacağım. Çünkü yazma anı,  bilinçaltının hareketli olduğu ve bilince dönüştüğü bir an olduğundan sancılı olur. Kendinize bir yolculuktur, bu yolculuklarda türlü pişmanlıklarla karşılaşırsınız. Hayatınıza çıkanlar bir de öykülerinizi yazarken karşınıza çıkagelmiştir. Açıkçası her yazma eyleminden sonra ağır bir grip geçirmiş gibi hissederim kendimi. Yorgun ve bedenin bilincini kaybetmesinden kaynaklanan bir rahatlama hali.

Her gün yazar mısınız?

Hayır,  her yazarın bir yazma boyutu vardır. Benim günlük yaşantımdaki boyut ile yazma anımdaki boyut birbirinden tamamen farklıdır. Bu yüzden her gün yazmam, her gün o yazma boyutuna geçmem zor ve yorucudur,  beni hırpalıyor diyebilirim. Bu yüzden haftanın belirli günleri yazdım. Örneğin, Cumartesi saat 23:00'dan sonra. 

 Yeni bir yazar olarak yazmak isteyenlere ne önerirsiniz?

Yeni ve heyecanlı bir yazar olarak taze düşüncelerimi elbette aktarmak isterim. Öncelikle okumalarını öneririm. İnsana verilen ilk emir “oku”dur. Bu sadece kitabı değil insanı, hayatı, doğayı, mevsimleri, yaşadığın olayları hatta başkalarının yaşadıklarını okuyabilmektir.  Yazmak,  empati kurmaktır, insanın derinliklerine inmektir, hani Yunus Emre'nin sözü vardır “Bir ben vardır bende, benden içeru.”  Yazar, o içeride olanı arayan ve bulan kişidir. Yazmak, başkalarının dertlerini kendine mal etmektir, dertle dertlenmektir. Her şeyi bu denli içselleştirmek bir insana ağır ve yorucu gelebilir. Bununda ilacı yazmaktır, aktarmaktır.

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Çanakkale'de dünyaya geldim. Bir Türkiye gerçeği; hayatımın belirli bir kısmı kırsalda geçti. Şehirde yaşayan bir insana göre daha az konforlu bir hayatımız vardı ve küçük bir topluluğun içinde onlarla birlikte var olmaya çalışıyorduk. Bunun, benim sesimi yazarak yükseltmeme neden olduğunu hep düşünürüm, çünkü o ücra köşeden hep sesimizi duyurmaya çalışıyorduk. Eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlar için çok fazla efor sarf etmemiz gerekti. Bütün bunlar, beni insana, insanın derdine, topluma karşı daha duyarlı yapmış olabilir. Akabinde İstanbul İletişim Fakültesi'nde eğitim gördüm. Gazetecilik ve kurumsal iletişim uzmanlığı yaptım. Mesleğim dolayısıyla çok fazla olayla, insanla karşılaştım. Bunların bende yarattığı duyguları bir öykü veya yazın içinde aktarmasaydım bu dünyadan gözlerim açık giderdi.

 

SÖZÜN KÖZÜ

Yusuf Tosun mühendis olan yazarlardandır. Hem mühendisliği hem de yazarlığı çok iyi harmanlıyor. İkisi de gözleme ve dikkate dayalı olduğu için çok başarılı işler çıkıyor ortaya. Aynı zamanda Anadolu Yazarlar Birliği'nin başkanıdır. Son olarak Çıra Yayınlarından ‘Sözün Közü' isminde mutlaka okunması gereken harika bir kitap yayınladı. Her şey isminde  saklı. ‘Sözün Közü' ya da ‘Közün Sözü'.

Kalabalıklar arasında hızla yalnızlaşan günümüz insanının en büyük açmazlarında biri hiç şüphesiz ‘kültürsüzlük'tür. Bu aynı zamanda çağdaş küresel sistemin beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Böylece ‘çokluk' içinde yaşanan ‘yokluk' beraberinde aptallaştırılmış, aylak ve de alık bir güruh peyda etti. Bireyler artık sanal dünyanın sözde ‘sonsuz' ama gerçekte ‘daraltılmış' sınırları içinde var olan ruhunu kaybediyor. Bu yara gittikçe derinleşiyor ve devası olmayan bir illete dönüşmek üzere! ...

Bir devletin büyüklüğü sadece ekonomik göstergelerinden değil, kültür-sanat-edebiyat değerlerinin yaşanmasından, yerleşmesinden belli olur.

Çünkü kültür de, eğitim de, sanat da bir beka mücadelesidir. Kültür-sanat-edebiyatınız varsa yasarsınız, değilse yok olmaya mahkumsunuz. Şayet kültür-sanat-edebiyatınız sağlam temeller üzerinde ise hiçbir güç sizinle baş edemez.

Hâsıl-ı kelam; yeni bir kültür hamlesi ve de medeniyet inşasına şiddetle ihtiyacımız var!

Temennimiz; insanlık medeniyetinin kültür, sanat, eğitim ve edebiyat ile hayat sahnesinde yeniden şahlanması!... Bunu hep birlikte başarmak zorundayız

 

SENSİZLER TEKKESİ

Abdullah Yalın Karadağ'ı kitap aralarında tanıdım. Önce Yedi İklim Dergisinde gördüm kendisini. Orada çok fazla konuşma imkanımız olmadı. Sonra kitap fuarlarında karşılaştık sürekli. Eyüpsultan Belediyesi'nin geçtiğimiz yıl ki ramazan etkinlikleri içinde yer alan kitap ve dergi fuarında sohbet arkadaşım oldu. Görevim gereği etkinlik boyunca oradaydım. O da yine Yedi İklim standında dergi ve kitapların arasındaydı. Neredeyse her karşılaşmamızda selamlaştık, dostlardan, dergilerden, kitaplardan, şiirden konuştuk.

Derin bir kişiliği var. En önemlisi derdi de var. Şiirlerinde hissedeceksiniz zaten derinliğini ve derdini. Sohbeti ile de alıp götürüyor seni bir yerlere. Yazın Gökçeada'da tesadüfen denk geldik yine. Ada'nın en güzel yerinde gün batımını izledik. Şairin yanında şiir gibi bir günbatımı olmuştu.

Uzun zamandır Yedi İklim Dergisi'nde eser veren sevgili arkadaşımız A.Yalın Karadağ, bu sefer ilk şiir kitabıyla okurunun karşısına çıktı. İlk gördüğü anda da imzalayıp takdim etti.

Kitabı elime alır almaz kapağını çok sevdim. Daha lafım bitirmeden o resmi bizim derginin grafikeri Nuray Yüksel'e ait diyerek hemen hakkı teslim etti. Kitabın ismiyle, kapak resmi muhteşem uyuşmuş. Resim sizi alıp götürüyor ‘sensizler tekkesi'ne ve dolayısıyla kitabın içine. Kitabı çevirince arka kapakta “İrlanda'lı kırmızı çalı kuşuna” yazılan ‘Dublin Kuşu' şiiri selamlıyor sizi. Ve şöyle diyor.

‘kafeste sonsuz ayrılık geçmiyor

 ne farkım var hayal kuran delilerden

göğe çıkan dualara tutunmuşum ben.”

 

Sevgili şair dostumuz kitaba ismini veren şiirinin bir kıtasında ise şöyle diyor:

 

“sensizler tekkesinde bir şeyhtim

dağlarda kendiliğinden bitti çiçekler

içimde kalan yakup'un sus payı

konuşsam şimdi acemaşiran peşrev

anlayacaklar maziyi

şeyhi de müridi de bir olan tekkeyi”