Hayatla Yüzleşme/Yüzleşebilme

Son haftalar bize hayatın anlamı hakkında çok şey söyledi.

Depremle gelen ilk yıkımın şokunu üzerinden atamamış depremzedeler, ikinci ve daha büyük sarsıntıyla yeni bir şok daha yaşadı. Kahramanmaraş ve çevresi, ardı sıra birçok sarsıntıyla yeniden yeniden yüzleştirdi bizi ölümle.

Ve yağışlarla birlikte yeni bir ölüm dalgası buldu bölgeyi. Şanlıurfa’da depremden kurtulup sele kapılanların hayat hikâyelerini dinledik, bir kez daha ölümle yüzleştik ve bu kayıplar her ölümün bir sayıdan ibaret sayılmayacak kadar önemli olduğunu hatırlattı bize.

Yaşanan bir felaket, en çok uzağında kalanları yüzleştiriyor ölümle.

İçinde olanlar ise bir bakıma hayatla yüzleşiyor.

Kurtuluşun ardından nasibine ne düşmüş onu öğreniyor, kayıplarının hatırasına tutunuyor, acısını dindirmenin yolunu arıyor. Belki ölüme daha yakın hissediyor kendini, olanı biteni kabulleniyor; belki de hayat onun için daha anlamlı ve değerli hâle geliyor.

Birçoğumuz ölümle ne zaman yüzleşse, hayatın “boş” olduğunu hatırlatıyor kendine. “Boş” olan hayat değil hâlbuki. Gayesiz oluşumuzun yahut “boş” gayelere tutunuşumuzun bir ifadesi bu. Kendimize hayatı büyük ölçüde boş yaşadığımızı hatırlatıyoruz bir nevi. Daha dolu yaşama, hayatı daha fazla ciddiye alma ve zamanı boşa harcamama adına bir telkin.

Ancak 21. yüzyılın dili bu değil. Her an ölebileceğimiz gerçeğinden türetilen telkin şu: Anı yaşa, istediğini yap, çünkü er ya da geç öleceksin!

Zamanın çok hızlı akıp insanın kendine katma değer üretmesine, tekâmülüne bir türlü yetemediği gerçeği, ilmin ve irfanın meselesi olduğu kadar kapitalizmin de meselesi.

Kapitalizm bunu kişinin kendini inşası üzerinden yorumlamıyor elbette. “Anı yaşama” kalıbını merkeze koyuyor ve zamanı tüketmeye endeksli harcama üzerine her geçen gün daha fazla yöntem geliştiriyor. Bu da insanların ölümü karşılama şekline etki ediyor. Kimisi öyle çok tüketiyor ve bu yüzden öyle yoruluyor ki bir noktadan sonra -belki erken yaşta- mutsuz bir şekilde ölümü bekler hâle geliyor. Ya da ölmemek ve hep genç kalmak için zamanla yarışıyor ve sonunda tabiatı ağır bastığında yine mutsuzlukla ölümü bekliyor.

Kapitalizmi ya da sekülerizmi veya çılgınca tüketim yasasını karşısına alabilen bir kimsenin felaket tanıklığının ardından hayatla yüzleşmesinin başka bir anlamı var.

Kendini geç kalmış hissettiği meseleler manevi tekâmül noktasında henüz yolu yarılayamadığını görmek olabilir. Ki zaten insanın insani yönde olgunlaşması, birçok şeyin yanında ölümü de hayatın bir parçası olarak görebilmesi içindir. Dünyayı anlamlandırma, hayattaki vazifesini bilme, fıtratına uygun şekilde yaşama gibi hasletlere daha sıkı sarılmaya başlar.

Schopenhauer, “Zamanın temposu hızlanıyor, mekânda iki nokta arasındaki mesafeler daralıyor, dolayısıyla hayatın nabzı dünyanın tahammül sınırının ötesine geçiyor.” derken biraz bundan bahsediyordu.

Hayat ne kadar hızlanırsa hızlansın, neye dönüşürse dönüşsün ona tahammül edebilecek kadar tekâmül edebilmiş olmak, bizi her türlü yüzleşmeye hazırlayabilir.

Sürekli dile getirilen çok çeşitli gelecek senaryoları var. Dünya toplumları kıtlık, su savaşları, kaynakların azalması, sürekli atılım yapan teknolojik üretimin aksine yaşanan ekonomik daralma karşısında yeni ekonomi tasarımları, önümüzdeki süreçte monarşinin demokrasiden daha çok tercih edilebileceği ihtimali gibi irili ufaklı yansımalarını gördüğümüz büyük kırılmalara hazırlanıyor.

Ferdî mânâda ise mesele şu: Dirayetimiz, metanetimiz, tekâmülümüz buna yeter mi? Hakikaten bu yüzleşmelere hazır mıyız?