​Hayret -2

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

 

Birini, kişi o anı yaşarken izlemek, onun tecrübesini paylaşmak anlamına geliyordu. Bu hem yeni, hem ilginç hem de kestirme bir yöntemdi. Ay’a çıkan ilk insandan sonraki süreçte “naklen” neye dönüşürse dönüşsün, anı dünyayla paylaşmak fikri hep “yeni” bir şey olarak kaldı.

Ama her “naklen” yayın, ay yürüyüşü kadar masum değildi. Bugün şiddet ve cinsellik gibi haddini aşmış her türlü pornografinin kendine ait bir tarihçesi vardı ve her biri varlığını bir kırılmaya/sapmaya borçluydu. Irak-Kuveyt Savaşı, ABD’nin Ortadoğu ayarlarını çıkarlarına uyarlama hamlesinin en can alıcı aşamalarından biriydi ve bütün dünya savaş boyunca atılan bombaları “naklen” izledi. Peki bu dünyalılara ne yaptı? Düşen bombaları havai fişek gösterisiymiş gibi izlemek, acı ahlakına dair bazı çözülmelere yol açtı. ABD’nin gövde gösterisi Müslümanların ağıtlarını çoğalttı, zayıfların gözlerini korkuttu, taraftarlarının Amerikan rüyasını büyüttü. Yıllar yıllar boyunca kullanılıp eskimiş Vietnam hikâyelerinin ardından Holuvud’a yeni bir savaş senaryosu kanalı açtı ve ABD’nin Ortadoğu’daki var oluşunu anlatan sayısız kurguya ilham verdi! Hepsi bir yana sanal medyada insafsızca paylaşılan şiddet görüntülerinin, mağduriyet mahremiyetini ve acı ahlakını örseleyen bakış açısının temelini attı. 

Ama insanlığın kirlilerini ortaya dökmeyi normalleştirmesinin sebeplerini kavramak için belki daha da geriye gitmek gerekiyordu. Yoksa “sakınca”nın temelinde Hiroşima’ya atılan atom bombası görüntülerinin sayısız tekrarından doğan hissizleşme mi vardı? Hep tartışılan ve en acı görüntülere layık görülen Pulitzer Fotoğrafçılık Ödülü’nün şaheserlerini hangi yıkımlı başlangıca kodlamalıydık?

Şüphesiz bu görüntüleme/görüntülenme/izleme/izlenme bağımlılığının bir kökeni var. Geçmişimizdeki kıymıklarla genlerimize yerleşmiş ve izlenebilire dair değer yargılarını tümden değiştirmiş bir köken bu.

Sinema tarihinde, ilk film gösterimlerinden biri denizdeki dalgalardı.  Coşkulu dalga görüntülerinin yansıdığı devasa perdeyle ilk kez karşılaşan insanların çoğu çığlıklar atarak salonu terk etti. Çünkü dalgaları gerçek sanmışlar, suların onları yutacağından korkmuşlardı. İşin öyle olmadığı anlaşıldığında alışmaya alışmanın ilk aşaması da geçilmiş oldu. Perdedeki her şey gerçek değildi. Kimi eğlencelik, kimi aslını hikâye eden suret, kimi canlı ve naklen, kimi de sadece bir kandırmacaydı. Bir yerde çizgiler birbirine girdi. Öyle ki kurguya hüngür hüngür ağlarken gerçek acılar umursanmıyordu. İşkence görüntülerine oh olsun diyenlerin yüreğini yalan kurgularla harmanlanmış acındırmalar dağlıyordu.

Evet, gerçek ve kurgunun hangisi olduğu hâlâ birçoğumuz için şüpheli; ama şüphesiz bir yerde kayış koptu.

Kayış koptuğundan beri aynadaki gerçekliğimizle aramıza mesafe girdi. Sayısız filtre desteğiyle çekilen fotoğraflarımızı biçimden biçime sokan uygulamaların ardından asıl gerçekliğimize kavuşmuş hissediyorduk. Fotoğrafta aynadaki aksimizden daha doğaldık sanki. Gerçek değerimiz değersizleşmişti.

Belki de herkesin birbirine benzediği Rönesans tablolarının suçuydu bu. Rönesans Avrupa Orta Çağ’ını kapatabilmişti ama âlem-i devranın dönüp dolaşıp yüceltmesine bakılırsa yanılgılar çağını başlatmıştı. Luther inciliyle asliyetinden bir fersah daha uzaklaşmanın, Yaradan’ın ve dolayısıyla yaradılışı reddetmenin başlattığı bir yanılgı mıydı bu? Aynı kodların giydirildiği aynı suretlerden farklı portreler üretmek bugünün fason paylaşımlarını, modayla aynılaşmayı mı anlatıyordu?

Hayır, ondan da önce olmalıydı? Belki de bütün suçların babası Kabil’e gitmeliydik. Ya da daha da önce gerçekleşen ilk günaha; cennetten kovulmaya…

Hissizleşip insafsızlaşmanın, değerleri değersizleştirmenin, gerçekle yalanı karıştırmanın, kendine benzemeyen görüntülerle anılma arzusunun, alışmaya alışmanın son merhalesinde, kayışın kaçıncı kopuşuydu o zaman?