01 Ekim 2019

Hedefsiz ve ritimsiz

Yazmaya bir süre ara vermek bile ataleti arttırıyor. Bu süre içinde Türkiye'de apaçık gerçeklerin ne kadar profesyonelce görünmez hâle getirildiğini ya da hadiselerin emâre ve delil olmasını sağlayan bağlamlarından kopartılarak zihinlerimizin nasıl da köksüz zanlara mahkûm edildiğini içim acıyarak seyretmeye devam ettim. Yazmanın neyi değiştiriyor olabileceğini düşündüm. Sonra bu düşüncenin içindeki küstahlığı… Esas olan bir şeyi değiştirmek ya da sonuç almak değil kendimizin neyi yapıyor ya da yapmıyor olduğu hâlbuki. Sözün, yazının ve amelin içinde şâyet bir cevher varsa elbette hükmünün tezâhür edeceği bir zaman da vardır. Biz üstümüze düşeni yapmaya devam edelim.  Çocuklarımız bu ülkede yaşayacaksa, ontolojik kodumuz kızıl bir zeminde mahfuz ay yıldız ise, gün geceyi takip ediyorsa, herkes elinden ne geliyorsa yapsın ve kimse bir diğerinin çabasını ve ederini küçümsemesin. Zirâ mizan burada değil, ama biz mizandayız!

Bakın 9 Nisan 2019 ‘da “Seçim gaspından parti içi darbeye giden yol”  başlıklı bir yazı yazmıştım. Kişisel kariyer haritalarındaki kara noktaları anlaşılmaz bir aymazlıkla görmezden gelmenin tehlikesine dikkat çekmiş ve eklemiştim; FETÖ kültünün çok güçlü olduğu, onlardan izinsiz nefes bile alınamadığı ve mutlak hâkimiyetlerini tesis ettikleri kurumlar içerisinden bürokrasiye girmiş, yükseltilmiş, terfiler almış, kendisine ek unvanlar ve makamlar dağıtılmış, parlatılmış, lehlerine lobi çalışmaları yapılmış adamlar ve kadınlarla vığıl vığıl kaynıyor devlet!

Aynı şekilde “görev yaptığı bakanlıkları bu FETÖ kültünün çiftliğine çevirdiği sabit olan adamlara parti organlarını ve teşkilatlarını teslim edemez ve bu yapıları onların onay, tavsiye ve ret filtresinden geçmiş isimlerle dolduramazsınız demiştim. Ardından AK Parti'nin MYK ve MKYK'sına dikkat çekmiş ve “bütün bu saldırıları organize eden aklın Tayyip Erdoğan'ı parti içinde düzenlenecek bir darbeyle devirmeyi düşünmemesi ve bugüne kadar bunun için gerekli mayınlama çalışmalarını yapmamış olması imkânsız” demiştim.  29 Eylül'de Mehmet Metiner'in Mustafa Yeneroğlu'nun yaptığı açıklamalar üzerinden “işe yarar sorulara” ulaştığını görünce hem çok sevindim hem de ümitlendim doğrusu. Zirâ Mustafa Yeneroğlu'nun tuhaf, yaşanan gerçekliği tahrif etmeye mâtuf açıklamaları değildi önemli olan. Mühim hem de hayati derecede mühim olan Mehmet Metiner'in yönelttiği sorulardı. Yâni  “Mustafa Yeneroğlu'nu tekrar milletvekili listesine kim aldırdı? MKYK üyeliğiyle kim taltif etti? Yeneroğlu gibilerini bu makamlara kim taşıyor” gibi sorular... 

Mustafa Yeneroğlu, AK Parti MYK'sı ve MKYK'sının büyük çoğunluğunun neredeyse tipolojik ortalamasıdır! Öncelikle AK Parti'yi içeriden kontrol etmek, sessizce ama sürekli baltalamak, zamanı geldiğinde ise yâni hem Türkiye hem de partiye dâir birbirini tamamlayan uygun koşullar oluşturulabildikten sonra, parti içinde darbe yaparak Erdoğan'ı devirmek plânı vardır ve hâlen yürürlüktedir! O yüzden bir tek Yeneroğlu değil, örneğin dün FETÖ'nün Florya mütevellisinde ağabey olan bir başka avukatın bugün sâdece AK Parti milletvekili olması yetmeyecek, MYK'sında da olması îcap edecek ve olacaktır. AK Parti'nin yoluna çökmüş “abus çehreli” mendebur bir mühürdar vardır ve o kimlere yolu açacağını, kimlere yolu kapatacağını iyi bilir.

 

Ayrıca son birkaç gün içinde İstanbul depremi ardından yaşanan hadiselere ve onların tartışılma biçimine bakarken, hükümet kadrolarının sessizliği de değerlendirilmeli.  Kılıçdaroğlu, İstanbul depremiyle ilgili “yirmi yıldır hiçbir ilerleme kaydedilmedi, başladığımız yerdeyiz” diye bir açıklama yapıyor ve hükümet yetkilileri susuyor.

İstanbul'da hatta tüm Türkiye'de binalar hâlen yirmi yıl önceki gibi mi inşâ ediliyor yoksa Japonya'nın bina yapım yönetmeliğiyle eşdeğer hâle mi getirildi? 17 Ağustos Depremi'nde bina enkazları altında kalan insanları çıkartmak için devletin elinde eğitimli üç beş görevli bile yoktu. Bu ülke enkaz altındaki insanları bulan arama köpeklerini ilk defa yabancı kurtarma ekiplerinde görmüş ve tanımıştı. Gerçekten hâlen o noktada mıyız yoksa AFAD diye bir kurum kuruldu da dünyanın en büyük, en organize, en donanımlı, arama kurtarma ekiplerine ve her türlü felâket ve krize en kısa zamanda, en geniş alanda, en güçlü biçimde müdahale edebilme kudretine mi sahip olduk? Bu sorunun cevabı kitlelerin zihninden çıkmayacak şekilde verilmeli değil miydi? Ama hayır, kitlelerin zihninde itham kaldı; gerçek değil!

Kılıçdaroğlu deprem vergisini, toplanan paraların nereye aktarıldığını sorarken aslında hükümete istemeden “adeta al da ağlara doksandan as” diyerek bir gol pası verdi ama o tarafta önlerinden geçen plaseyi bile görecek kimse yoktu. Belki de Kılıçdaroğlu bu durumun farkındadır, kim bilir? İçişleri bakanının İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun toplantı ve davet polemiğiyle ilgili olarak Fatih Altaylı'yı aramasının doğrudan doğruya ve dolaylı olarak neyi pekiştirdiğini ve neleri beslediğini fark edebilmesini isterdim meselâ.

CHP'li ve İyi Parti'li yetkililerin IMF ile gizlice toplantı yapmasını, “Türkiye'nin IMF'ye muhtaç olduğu günler geride kalmıştır” kıvamında beyanatlarla karşılayan hükümet, IMF'nin aslında hiç bir şekilde muhatabı olmayan yetkisiz muhalefet ile gerçekten stand-by anlaşması içerikleri görüştüklerini filân mı sanıyor? Yaptıkları açıklamalardan anlaşılan o! Böylece muhalefetin ya da IMF'nin artık mâkul bir açıklama yapmaya çalışmasına, ifşa olan manzaranın anlamını örtmek için çırpınmasına da gerek kalmıyor. Böylesine ezici ağırlığı, siyasi sorumluluğu ve yasal müeyyideleri olan hem ulusal hem de küresel bir skandalı başka hangi güç failler lehine bu denli hafifleterek hiçliğe tahvil edebilirdi ki?

Bu vıcık vıcık kifayetsizlik memleketin aleyhine pusan yedi düveli abâd eder de sikletinden dirhem eksilmez. Şükür ki kaderin sahibi biz değiliz!