Hoş geldin eylül
“Sende bir sevda eylül
Bende bir sevda eylül
Bütün güllerden özge
Güle merhaba eylül”
İşte, yine bütün
dağdağaları dindiren endamı hakikatinle gelip kuruluverdin toprağın sinesine.
Bütün debdebeleri anlamsız kılan bir gelişti bu; kendinden emin, sessiz ve
kadim. Unutulanı hatırlatmak, göz ardı edileni müşahhas kılmak, hissedilmez
olanı hissettirmek üzere geldin. Sen ki vefasızlığın hüküm sürdüğü şu yeryüzünde
vefakâr bir sevgilisin.
Bekledim, nice gösterişli
alayların gelip geçtiği büyük caddelerin kaldırımlarında. Herkese beklediği bir
şeyler getirdi bekledikleri yol, gözledikleri ufuk; alımlı nice meta ile
kamaştı gözleri ve yazgıları oldu geçici hazların bıraktığı avuntu. Oysa ben
beklemeyi seçiverdim sevgili, mevsimlerin mihrabında görmeyi arzu ederken seni,
nasıl oyalanabilirdim seraplarla? Zühre’ye aldanan kervanlar gibi bu âlemi
gurbette kıblemi kaybetmek istemedim, seher yıldızını bekler gibi bekledim
sararan çehreni.
Geldin ve dokundu
gönül telime aşina parmakların. Dökülüverdi dudaklarımdan, sinemde biriken hissiyat
kelime kıvamında. Ey benim özge
sevgilim, ey mehtaptan ferdaya bir geçit açıveren, ey alıngan endamıyla,
savrulan kâkülleriyle, sararan teniyle, yağmur yüzüyle, bulut örtüsüyle
geliveren! Ey sığ sulara inat derin, fani hazlara inat müstakim, gölgeye inat
hakikat, hercai ruhlara inat mutmain!
Hayatın, yalnız
hakikate açılan tek limanıdır mezarlıklar. Orada her şey susar ve sadece
hakikat konuşur. Bütün kurguları/zanları/hayalleri sükûta uğratan; âdemin
ademliğini ve eşyanın fenâlığını en esaslı şekilde anlatan kelime olarak
kalıverir orta yerde “ölüm”.
Mezarlıkların hakikate yelken açılan limanlar olması misali, sen ki tabiatın limanısın eylül; yeni bir
dirilişe yelken açan gemilerin demir aldığı. Kış bir gebeliktir, bahar bir
doğum ve yaz şaşaalı sürüveren bir hayat… Güz hem bütün bu serencamın membaıdır
hem de ebedi/nihai hakikati beyan eden bir münadi… Sen ki güz güzelisin;
içli/alımlı/naif/hüzünkâr… Kim ki seni sevmez nasibi yoktur hakikatten, âşıklar
bezminde yeri yoktur, iddiası mesnetsiz, sözü boş ve nasipsizdir sevdadan.
Seni sevmek yürek
ister, emek ister, bedel ister. Seni sevmek, tüketmek için aranan bir “meta”nın
cazibesiyle sarhoş olmak değil, hakikati aramak için çöllere revan olmak,
pervane gibi ateşe yanmayı göze almak, benliğin süfli arzularından geçip hür/asude/dingin
bir ruha sahip olabilmektir. Ay ışığında bile buharlaşmaya teşne sığ bir su
birikintisi olmaktan ziyade çölde kaynayan bir göze olabilmektir. Seni sevmek yolu ve yürümenin kendisini
sevmektir, varılacak menzilin sevdasında olanların sukutu hayâl olacaktır esas
menzili. Seni sevmek “Mecnun” olmayı
göze alabilmektir. Zira mecnun olmayı göze alabilen kim ise Leylâ onundur. Ve
Leylâ hakikate açılan bir kapı, maveraya uzanan bir köprü, sonsuzluğa giden bir
yoldur.
Hoş geldin sevgili! Kulak
kesildi sana yer ve gök. Şimdi söz senin, tüm fermanların sahibinin izniyle
ferman senindir. Bir emre hazır yürekleri, İsrafil’in suru gibi ürpertip
diriltecek semada meleklerin kanat sesleri. Yepyeni bir ahit, dirilten bir söz
gibi düşecek toprağa ve sinelere yağmur tanelerin. Hoş geldin “Eylül”, hoş
geldin!