Hüznü Yûnus ve Fuzûlî gibi yaşamak
Gayem, insanı hazret-i insan yapan ulvî hüznü tasavvufî türküler eşliğinde yaşamak ve ömür dedikleri dünyâ gurbetini hüznün şirazesinde tamamlamak. Türküde geçen “kalpten kalbe bir yol vardır” sözünü ancak hüzünkârlar anlayabilirler. Çünkü hüzün ehlinin kalbi var. Hüzün ve insan; bezm-i elest’te birbirine âşina...
Hüzün, dünya gurbetini mânevî hüzünle geçirmek
isteyenlerin gönlüne bezm-i elest’te taht kurmuş. Ehl-i irfana göre Hakikat’e giden yolda
“hâller” tek değildir. Meramımı Yûnus’un diliyle ifade etmek istiyorum:
“Ben dert ile ah ederdim / derdim
bana derman imiş.” Haddim değil ama söylemeden edemeyeceğim; Yûnus Emre
Hazretlerinin “Danişmendler, âlimler medresede bulduysa / ben harabat içinde
buldum ise ne oldu” mısralarından ilham alarak nazîre yaptığım şu sözleri
yüreğimden söylediğime inanıyorum: “Ben de hüzünde buldum kendimi / Ne efsunlu
bir derttir şu hüzün dermandan içeri.”
Hüzün Müslüman inancında neşeli olmanın hasmı değildir. Bu
tezatlık ve ikilik Batı’nın modern ve seküler zihniyetine aittir. Ehl-i hüzün
cemiyet mesuliyetlerinden asla kaçmaz. Halk içinde Hakk’a bağlı hüzünkâr olmak
evlâdır! Gücünü tasavvuftan alan hüznüm derûnumu terbiye ettiği gibi, dünyanın
maddeci, şekilci ve konformist hayat tarzına karşı da nefsimi güçlü kılıyor.
HÜZÜN
TÂLİMİ YAPAN MUM OLMAK
Şairlerin büyük atası Fuzûlî’nin şiirlerini, Fuzûlî kudretince
şerh eden Ali Yurtgezen hocanın hüzünle ilgili görüşleri, haddim olmasa da
hâlime açıklık getirdiği için müracaat ettiğim önemli delillerden olup,
hülâsası şöyledir:
“Gurûb hüznün kesafet kazandığı
bir zamandır ve gece karanlığının başlangıcıdır. Artık gece boyunca sevgiliyi
görebilmenin ihtimali dahi söz konusu değildir. Gurûb vaktinin hüznü, âşığın kalbinde âh hâline dönüşür. Gurûbun
ihtar ettiği karanlıktan kurtulup hakikati görmek için de, ışığa ihtiyaç
vardır. Işık insandadır, zira insan mum misâlidir. Mumun yanan fitili gönül
yahut ruh, yanınca eriyen dış kısmı nefs yahut bedendir. Hakikati bulmak için
mumu yakmak, yâni Hak âşığı olmak gerek. Bu mânada âşık mum gibi erir. Mum
yanarken çıkan ince uzun duman âşıkın ‘âh’ıdır ve yandığına delalet eder.”
Derûnumdaki hüzne işaret eden bu
şerhten öğrendiğim şudur: Görmenin imkânı kalmadığı ân olarak gurûb vaktinin
hüznüdür âcizane bendeki. Bundan ötesi haddim değil ve bu mertebeden yukarı
çıkacak ilmî ve irfanî gücüm yok. Gurûb vakti hüznünün girdabında “ah” etmeye
tiryakiyim. Vuslatı tamamlanmayan bu merhalede kalmayı seviyorum. Vecd ile
yaşadığım tam da budur.
HÜZÜN GÖNLÜN GIDASIDIR
Bu “hâl”, derûnumda mumun yanma
iştiyakı, çabası ve yanmaya niyetli hâlidir. Mum yanar ve arzusuna kavuşur mu?
Allah bilir. Şimdilik yanmak için “ah” tâlimi yapan mum mertebesinde olmak
isterim. Bu şerhin beyan ettikleri fakir için bir saadettir. Ali Yurtgezen
hocanın şerhindeki şu ifadeler hüzünle güçlenen kalbimi ziyadesiyle pekiştirdi
ve hâlime işaret etti:
“Gam, âşığın gıdasıdır. (...) Gam
ve keder aşkın iktizasıdır. Gam çekmemek, ızdırap duymamak aşksızlığın, aşkın
kifayetsizliğinin belirtisidir. Asıl korkulacak hal de budur. (...) Gam yemek,
gam talep etmek, ‘can mumumu yandır, gönlümdeki aşkı ateşle’ teklifi olarak
anlaşılabilir. (...) Gelen cefa bile olsa, evvela Sevgilinin alâkasının,
kendisini farkettiğinin bir işaretidir. Allah sevdiği kuluna sıkıntı verir.
Zira ‘gam’ nakittir. Beden mahbesindeki rûhu azad edip aslına kavuşturmak için
ödenecek ‘bedel’, gam nakdi biriktirilerek kazanılır. Izdıraba katlanmadan
maddeyi ve nefsi aşmanın yolu yoktur.”
Bu ifadeler tâlib olduğum hâl’i
(hüznü) bütünüyle işaret ediyor ki, “bedelimin”
karşılığı olan “gam nakdini” biriktirmek ve ödemek için en muhataralı
hüzünlerle tâlim yapmaya hazırım. Gam’ım, “yanmayan bir gönlün gam’ı” değildir.
HÜZÜN VEHBÎ HÂLLERDENDİR
Onun hüzün târifi, bu “hâl”in
ârizî olmayıp, “vehbî bir hâl” olduğunu gösteriyor: “Dünya gurbetinin farkında
olması gereken Müslümanın şiarıdır hüzün. Asil bir duygudur; çünkü fark etme
şuurunun, dolayısıyla asl'ı hatırlamanın bir nişanesidir”
Bu cümleleri okuduktan sonra,
âcizâne hüzünden maksadımın melankoli, buhranlı duygu yoğunlaşması ve dünyalık
dertlerden mürekkep bir kasvet, yâni “kesbî bir hâl” değil, “vehbî bir hâl”
olduğuna kanaat ettim. Onun, “Hâlimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazısındaki
görüşleri hüzün anlayışımı ifade etmektedir:
“Muhabbet, aşk, şevk, vecd, huşû,
istiğrak, hüzün, havf, recâ, dehşet, hayret, sekr, sahv gibi hissiyatın hâl mi
yoksa makam mı olduğu, hâl’in nerde bitip makam’ın nerde başladığı, hâlde
devamlılık şartı aranıp aranmayacağı gibi meseleler tarikatlere göre değişse de
‘hâl’ üzerinde ittifak edilen hususlar daha fazla. Bunlardan birincisi, hâl’in
kesbî değil, vehbî olduğudur. Cenab-ı Hakk’ın, istediği kuluna bahşiş ve
mevâhib nev’indendir. (...) İkincisi, bir his veya buna bağlı davranışın
Rabbanî bir varidât olup olmadığı, ancak mürşid-i kâmil mihengiyle anlaşılır.
Kalbe varid olan ilhâmat, nefsten veya şeytandan da neş’et edebilir. Hâlin
mahiyetini tayin için de iktizası için de mürşidin murakebesi şarttır. Hâl
ilâhî bir lütuf olsa dahi sâlikin dengesini bozup ayağını kaydırabilir.”
Demek ki hüznü hayatlarına dâhil
edenler, bir ehl-i irfanın mânevî rehberliğine tâbi olmaları gerekiyor. Bir
irfan sahibinin sözlerinden hatırladığım kadarıyla, “hüzün bir imkândır
aslında. Yerinde kullanan kimsenin ruhunu inceltir, ona iç derinlik ve bilgelik
kazandırır. Ancak melankoliye dönüşür ve müzminleşirse, bir hastalık hâlini
alır ki, denge ve tevekkül terkibinden uzaklaşma tehlikesi baş gösterir.”
“BEN GAM (HÜZÜN) MECLİSİNİN NEYİ’YİM”
Şairlerin büyük atası ve derin hüzünkâr
Fuzûlî’nin şiirlerinde en çok ulvî hüzün duygusu işlenmiştir? Mutlak Sevgili’ye
ulaşmak için sürekli hüznü yaşar ve hüzün diliyle meramını anlatır. Kavuşmayı,
neş’eyi aramaz. Şiirlerinde en çok geçen kelimeler, âh, hicran, ağlamak, gam,
cevr ü cefâ ve kederdir.
Fuzûlî, “Sevgili” için “Su” gibi olmuş, “Hâk-i payi’ne yüz sürmek”
istemiş, “başını taştan taştan vurup akan su” gibi Sevgili Rabbine en hüzünlü
kelimeleriyle münacaat da bulunmuş. “Yâr ver bana mihnetimce tâkat / Ya tâkatim
olduğunca mihnet” mısrayla ulvî hüznün en kesafetlisine gark’olmak istiyor.
Şerhi şöyle:
Ya çektiğim sıkıntılara göre bana güç ver / Ya gücüm yettiği kadar
sıkıntı, yâni hüzün ver… Bununla yetinmiyor, hüznün daha fazlasını istiyor
“Sevgili”den: “Ey ay yüzlü Sevgilim / Ben gam (hüzün) meclisinin bir neyi’yim;
ateşe yanmış kuru vücudumda arzudan başka ne bulursan yele ver.”
İstikametimiz
neş’eye boğulup keyf çatanlar değil, Yûnus Emre ve Fuzûlî gibi mânevî hüzünle
hemhâl olanlardır
* * *
TÜRKÜDAR
VE ŞAİR FAZLI BAYRAM’DAN DOKUNAKLI BİR ŞİİR: “KAPANAN KUMAR”
“Açma perdeleri pencereni geç / bu sana dâr anlamadın mı / bol
pantolon kırmızı gömlek eskide kaldı /sen bana kaldın / ellerim yandı sana
uzanan / ellerim /ağır yaralı taşlar altında / açma perdeleri /sabaha ne kaldı
ki az sonra günaydın / şurası gece araladığın /şurası soluk aldığım rahle
/pencereni geç / daha ardıma bakarak yaşamaktan yeni çıktım / ritmim dalgalı
yanıyor geçtiğim yol /sen daha buna anlam arıyorsun / al işte ayna / bak önce
kendine ve bana da göster beni / sonra yıldırımlar çağırıp şafağına şehrin
/alnına masmavi göğün / üstüne yalın atlas yalın gül / sen yaş tahtaya
bakmazsın / ben ise ıslak göze çağırmam seni / yine de sen bilirsin ister gel
benimle / ister çöle gidelim seninle.
(ilbeyali@hotmail.com)