18 Eylül 2017

‘Huzur’un flanörü

Huzur kavramı medeniyetimizde, üç ayrı boyutta birbiriyle bağlantılı olarak anlaşılır. Huzurun manası bir yönüyle iç sükûneti iken diğer yandan hazır bulunma halini anlatır. Bir taraftan gönlü yatıştırmak, sükûnet diğer yandan huzura varmak, huzura çıkmak yüksek bir yerin önünde saygı hali manasını taşır. Huzura varmak sanırız her iki manayı da kapsayan genişlikte bir tabir. Huzurun ilk tabakası insanın içindeki huzurdur. İç dünyaya dair bir psikolojik ve hazır bulunma halini anlatan bu durum insanın ferdiyetiyle alakalıdır. İkinci tabakası insanın insan huzurunda olması toplum içinde bulunması halidir. Huzurun toplum için değeri ahenk ve dayanışma açısındandır. Üçüncü tabaka ise medeniyetimiz açısından Hakkın huzurunda oluştur. İnsanın iç ve içtimai huzur halinin teşekkülü açısından bu üçüncüsü ilk öneme haizdir. Belki bunun sembol mekânı olması nedeniyle cami İslam şehrinin merkezinde yer alır. Bu huzur bilinci medeniyetimizin insanlığımıza değerli katkılarından biridir. Huzur, muhatap olmak ve muhatap alınmakla alakalı bir kavramdır. Medeniyetimiz huzurdur. Kurucu kökenini unutmadan geldiğin yerin bilincinde olarak huzurdan gelip huzurda yaşayıp huzura döneceğini düşünen anlayış içeride ve dışarıda sükûneti sağlayan huzuru temin eder.

Şehirlerimizde bugün dolaşırken insanımızın çehresinde, toplumca birlikteliklerimizde ve mabedlerde bu huzuru gözlüyor ve eski günlere özlem ile mevcut halden yakınıyoruz. Yalnızlaşıp yabancılaştığımız yerlerde dolaşırken içimizden evrene kadar huzurun sesini duymak, rengini görmek ve yüzlerde ışıklarını izlemek istiyoruz. Şehirlerimizde gezerken eski bir caminin avlusundaki çınar gölgesinde, bir çeşmenin eskimeyen akışındaki serinlikte, bir eski zaman evini huzur kokan odalarında hep bu arayışımızla dolaşıyoruz. Geziyoruz, gezerken arıyoruz, özlüyoruz. Modern kargaşanın, hız ve haz getiren tasavvurun tahakkuk ettiği kentlerde yalnız ülkemizde değil pek çok yerde insanlık özündeki değeri arıyor.

Flanör (Flâneur) kavramı, âdeta, modern dünyada “yer”sizleşmeye karşı bir itiraz gibidir. Flâneur dolaşarak izlenimlerini düşünen, değerlendiren, şahit olduklarına farklı yaklaşabilen, değerlendirme gücü olan, geniş bir perspektifle bakıp yeni anlamları ortaya koyabilen, şehirde tam bir şehirli olan ama doğadan kopmayan, tabiata kendini salmayı bilen; kendi düşünce dünyasına sıkışmayan dışındaki dünyayla fikir paylaşabilen ama bildiğince olan bu sebeple kaçınılmaz olarak yalnızdır. Walter Benjamin'e göre flâneur görünüşte tembel, özünde bir gözlemcinin uyanıklığı ile donanmış kişidir. O, içine sıkıştığımız modern çıkmazın pasajları içinde dolaşarak buradan yeni imkânları arayan, modern sebeplerle koptuğu doğayla ilişkisini kesmeyen, hümanizmin bireysellik çukurunda yok olmayıp çevresini de dinlerken çevreye dairleşmeden kendi kalabilen bir çağ münzevisidir. Cahit Zarifoğlu'nun bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı sözünü akla getiren bir keyfiyet söz konusudur. Nurettin Topçu'nun hareket, tabiat-üstüne doğru bir özlemdir tespiti de bunun başka bir yönüne dokunur. Çehov'un altıncı koğuşunda dokunduğu bitmeyen bir dert.

Bir logos/mana arayanlar için bu etkileşim modern yalnızlığa alternatif olabilir. Ethos, yani yazar, hitap edenin dürüstlüğü ve güvenilirliği, itibarı ile muhatabın yani  pathos, dinleyenin duygu ve empatisi bir logosa ulaşır. Bu açıdan yazarın kişiliği, muhatabın duygusu ve mantık etkin bir okumanın parçaları olarak karşımıza çıkar. Mütefekkir işte zamanın pasajlarında gezinen ve muhatabında bir idrak  oluşturan bir mantığın var edicisidir. Tasavvurlar dünyasının sokaklarından toplumdan ve doğadan devşirdikleri ile bizi uyanıklığa sevk eden kişidir. Huzuru ve anlamı bulmanın erbainini çıkarmaktır bu.

Flâneur örneğinden yola çıkıldığında kendi kentinde ve çağında aylak görünen uyanık akıllar bir milletin geçmişiyle ‘an'ını aydınlatarak geleceğe giden yolu açabilirler. Çağın gerçekleri milleti madun kılsa da bu düşünce flâneurları yollarda münzevi anlam devşirmeye ve geleceği inşaya devam ederler. Zafer ümit kaynağının bir çeşmesidir. Zafer birçok gönüllerin birleşmesidir. Gönülleri birleşenler ölse de bir gün Gök kubbede kalacaktır seslerinden ün. Gönülleri birleşenler! Selam sizlere! Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere! Atsız bu şiirinde ümit ile birleşen gönüllerin gök kubbedeki sesini bize ulaştıran düşünce dinamiklerimizden biridir. Yersizleşmemizi, kimliksizleşmemizi, şuursuzlaşmamızı engelleyen Anadolu'da da bizi millet yapan büyük tarihin esaslarını aktaran bir düşünce aydınlığıdır Atsız. İşte onun anlattığı büyük tarihin bin yıllık bir devresi Batı Türk Devleti olarak Atsız'ın adlandırdığı süreç için Malazgirt ile başlayan devranda Türkler bu ülkeyi Türkiye yaparak geleceğe yürürler. Tarihimizde, şehirlerimizde uyanık bir idrak ile dolaşmak dağınıklığın içindeki manayı ve huzuru görmeyi sağlayabilir. Huzuru aramak da bu olsa gerek yerimiz hatırlamak kendimizi bulmak: A. H. Tanpınar, Huzur'da, “Dede'yi Wagner olmadığı için, Yunus'u Verlaine, Bakî'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.” derken yersizliğimize, savruluşumuza ve huzursuzluğumuza ince bir atıf yapar. Kendi dünyamızda turist, oryantalist gibi gezmeyi sürdürdükçe anlam bize açılmayacak, limon kolonyası ferahlıklarla yetineceğiz.

Modernite ile şekillenen hayatın icaplarına göre şekillenen şehirlerimizden muvakkaten uzaklaşarak bir eski zaman nostaljisi olarak Safranbolu benzeri yerleri bir turist aylaklığı ve daha tuhafı hayranlığı ile geziyoruz. Buralarda olmanın tarif edilmez duygusu bizi adını koyamadığımız zamanların ruhuyla buluştursa da bu farkındalık ve bilince dönüşemeden bir eski Roma yapısını arkamızda bırakır edası ile tükettiğimiz mekânı terk ediyoruz. Şark'ta şark köşesi yapan bizler için bu durum çok da sebebi taaccüp değil elbette. Elbette ki hamaset dolu gözlerle bir ideoloji turu atmak da abartılı olacaktır. İnsanlığımızın izlerini taşıyan, medeniyet içinde yaşadığımız asude günleri ruhumuza fısıldayan bu yerlerde, bir müze edası ile dahi olsa gezinirken modern ile gelenek arasında araftaki aklımızı ve ruhumuzu milli doğasına uygun ve yabancılaştıklarını hatırlayacak bir hoş duyguya taşıyabilirsek betonlaşan şehirlerimizin batılı tasavvurlarında tahakkuk eden gerçekliğin yanında kendi kadim tasavvurumuzun ilmini, felsefesi ve sanatını ekleyerek ahlakımız ve dinimizin bize sağladığı güzellikleri mekânda izleyebiliriz. Bunun nasılını nasipse bir sonraki yazıda düşünmeye çalışacağız.  

Huzura varmak, huzuru bulmak ve huzurlu olmaktır. Huzura varınca içerideki huzur bulunur, toplumda huzurlu olunur. AVMelerin, plazaların arasında avarece gezerken uyanık bir flanör zihnin aradığı haz/keyif değil huzur olmalıdır. Beton içinden huzur çıkar mı? O her yerde… 

Vesselam…