İbn Haldun, Şehir ve Adalet
Şehir medeniyetin
maddesi, devlet formu ise İbn Haldun’un umran olarak izah ettiği süreçte
gelişen bir gaye ve amaç olup kendi değerleri bağlamında hayat içerisinde
aşikâr olur. Mekâna zaman içinde vurulan insani mühür olarak medeniyet; bir
üslup ile nevi şahsına münhasırlık kazanır. Ki Turgut Cansever, İslam’da Şehir ve Mimari adlı eserinde üslûp, gerçekliğin iki organize edici ilkesi
olan bir zaman ve mekân anlayışıdır. Bu iki kategori sayesinde insan kendi
ürününü geliştirir. Bu sebeple sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın
kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmelidir, der.
İbn Haldun,
umran yahut medeniyet nazariyesinin merkezine,
insanın makul hareketlerini koyar. Buradaki izah,
yöntem içeriğini Aristoteles’in sebepler ilkesinden alarak varlıkta oluşan
insani yapıyı izah eder. İnsanın aileden başlayarak oluşturduğu toplu hayatın
içinde kademeli olarak bir gaye peşinde hayat teşekkül eder. Bedavet/göçer
hayatındaki insan hadari/şehirli/konak bir hayatı ararken insan asabiye denilen
kavram ile devleti amaçlar. Hülasa medeniyeti var eden toplum-devlet-şehir
üçlüsü bu yönde teşekkül eder. “Mülk ve
hanedanlık asabiyetin ulaşmak istediği bir gayedir. Hadaret de bedeviliğin
ulaşmak istediği bir gayedir. Hanedanlık ve mülk, alemin ve umranın sureti
(formu)dir. Tebaa, şehirler ve sair ahval (itibariyle alem ve umran) da tümü
ile o suretin maddesini teşkil eder.” Şehir burada izah edilen manasıyla bir asabiyenin-
bir toplumun- devlet yapısı içinde hadaret teşekkül ettirmesi sırasında umran
içindeki tezahürüdür. Şehrin bir gayesi olduğu gibi şehir bizzat hadari
dönüşümün gayesi oluyor. Böylece biz şehrin sureti olan ikinci teşekkül
aşamasının İbn Haldun nazariyesindeki yerini belirlemiş oluyor. Şehir bu bakımdan
medeniyet için merkezi bir kavramdır. Ok-yay teorisinde izaha çalıştığımız
üzere bu üç unsur belirli değerleri muhtevi olarak bir biçim ve üslup
içerisinde hayatı kurarken şehir bu yapının gerçekleşmesinin ana zemini olarak
ortaya çıkar.
Şehir, İbn Haldun’un ifade ettiği üzere bir
barınma, korunma ve ötesinde savunma mekânıdır. İbn Haldun’a göre “Mülk iki esas üzerine bina kılınmıştır. Bir
mülkte bu iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi asker ve ordu tabir
edilen şevket ve asabiyettir. İkincisi, bu ordunun ayakta durabilmesi ve mülkün
ihtiyaç duyduğu ahvalin (ve devletin temel masraflarının) görülebilmesi için
lüzumlu olan mal ve paradır.” Burada İbn Haldun mülk yani devletin
dayandığı esaslar cümlesinden asker ve orduyu sayarken şehre de bu manada bir
mefhum yükler : “Şehir, hakikatte çok
sayıda asker yerine geçer. Surların korunmak imkânı vardır. Bu esnada çok
sayıda askere ve büyük şevkete ihtiyaç duyulmaz.” tespitleriyle şehre dair
bakış açısını devletin unsurları ile birleştirerek destekler. Bu noktada
şehirleri zarardan korumak noktası “Bunun
için şehirdeki bütün ev ve meskenlerin etrafını surlarla kuşatmak, göz önünde
bulundurulur. Sonra şehrin ulaşılması zor bir yerde kurulması şartına riayet
edilir. Böyle bir yer de ya dağ başındaki yüksek ve sarp bir tepe olur veya
ağaç veya taş köprüden geçilmedikçe ulaşılamayacak tarzda çevresi bir deniz
veya nehir tarafından kuşatılan bir yer olur. Bu suretle böyle bir yeri
düşmanın zapt etmesi zorlaşır, buranın koruma ve savunma kudreti kat kat artar.”
İşte şehir bu manada bir medeniyeti kuran ve koruyan mekan olarak ortaya çıkar.
Bir asabiyenin korunması noktasında şehir önem taşır.
Bunun ötesinde İbn Haldun şehrin nasıl bir
yerde kurulmasının çevre şartlarını da izah eder: “Zararlardan sakınmak için bütün ev ve barınakların etrafını sur ve duvarlarla çevirmeli, şehir aşılması ve çıkılması zor olan bir
dağın tepesinde bina edilmeli veyahut şehir kurulacak yerin etrafı deniz veya nehirle çevrilmiş olup şehre ancak köprüden veyahut kemerli köprüden geçilerek
girilmelidir. Bu takdirde düşmanın şehre saldırması zorlaşır, korunmak kudreti
kat kat artar, kale ve istihkâmların mukavemeti de o nispette fazlalaşır. Şehir
ve kalelere sığınanlara galebe çalmak son derece zor ve zahmetli hale gelir.
Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek
kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı
koyulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar.
Şevket ve asabiyyeler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için
gereklidir. Sur içinde yaşayanlar duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük
asabiyyeye ve sayı çoğunluğuna muhtaç olmadan korunabilirler. Şehir bir ırmağın kenarında kurulmalı veyahut
şehir kurulacak yerin hizasında suları tatlı olan kaynaklar ve çeşmeler çokça
bulunmalıdır. Çünkü şehre yakın yerde su bulunması, ilk ihtiyaç olan su
tedarikini ve ahalisinin geçinmesini kolaylaştırır ve faydası olur.”
İbn Haldun son derece makul bir şekilde
insanın toplum oluşturma şartlarını anlatırken türünün vahşetinden masun
kalmak, ihtiyaçlarını gidermek, dayanışmak gibi sebepleri ortaya koyarken
insanın bu manada oluşturduğu devletin diğer düşmanlardan korunmasının bir
unsuru olarak da şehri ortaya koyar. Hülasa medeniyet bir muhafaza kavramı olarak
toplum-devlet-şehir merkezinde oluşur. İşte bu yüzdendir ki hukuk ve adalet
medeniyetten bahsedilen her alanda merkezde yer alır. Zira onu kaldırırsanız
varoluş sebebini de yok etmiş olursunuz.
Farabi ve İbn Sina bu nedenle devletin ortaya
çıkış saikleri arasında adaleti merkezi bir yerde görürler. İnsani olanın
hayatla ilgisi ve fıtrata dair olması bakımından hukuk insan varoluşunu itidal
içinde tutan, medeniyeti yaşatan ve kültüre sahip bir yapının devamını sağlayan
esas unsurlardan biridir. Bu bakımdan şehri düşünürken barınılan bir beton
yığınlaşmasından öte insani hayatın olgunlaştığı, üslubun selim bir inceliğe
ulaştığı ve adaletin yaşandığı; Mevlana tarifi ile ağaçlara su verilip
dikenlerin sulanmadığı bir zemini değerlendirmek lafzın mefhumuna doğru yerden
bakmak adına önemli olacaktır. Modern zamanda siyasi ve kültürel düşüncesi
medeniyetten ziyade politikaya angaje zihinlerimiz hakikatleri hatırladıkça
kendiliği yolunda taklitten tahkike doğru kendi gündemine kavuşabilecektir.
Bu yazı adalet
mülkün temelidir, olarak bugün hala devlet-millet hayatımızda yer alan
anlayışa bir teorik derkenar olarak görülebilir. Burada mülk lafzı mefhumu
genişleyerek medeniyeti var ettiğini düşündüğümüz ana zemin olan
devlet-toplum-şehir üçlüsünün tamamına teşmil olunabilir. Bu bakımdan adalet
insan/toplum, devlet ve şehrin varlığının temel esaslarından olurken adeta bir
binanın görünmeyen mühendislik matematik olgusu gibi medeniyet için söz konusu
olur. Tarihte farklı merkez ve odaklarda pek çok medeniyet var oldu. Lakin
bizim dünyamızda medeniyeti manasına taşıyan şey medeniyetin şekli unsurları
olan toplum-devlet-şehrin ötesinde ona niteliğini kazandıran adalet gibi
değerlerdir. O medeniyete o vakit bizim diyebiliriz. Muasırlaşmak endişemiz
medeniyet davamızı aştığından/kapsadığından beri biz medeniyetin nevi şahsına
münhasır manasından uzak kaldık. Temeli kültür ve gayesi medeniyet olan Türkiye
Cumhuriyeti’nden geriye doğru gidersek devletlerimizin bu çerçevede var
olduğunu tarihe atılacak bir nazar rahatça gösterecektir. Ok-yay medeniyetine
dair Orhun abidelerinden, Kutadgu Bilig’e, İbn Haldun’dan Nurettin Topçu’ya
kadar okumalarımızın da bizi getirdiği yer burasıdır. Mülk, adaletin esası ve
sebebi olunca küsen adaletin mülkümüzü sessizce terk edişini makus ve mahcup
izliyoruz.
Vesselam.