21 Eylül 2021

​İbn Haldun, Şehir ve Adalet

Şehir medeniyetin maddesi, devlet formu ise İbn Haldun’un umran olarak izah ettiği süreçte gelişen bir gaye ve amaç olup kendi değerleri bağlamında hayat içerisinde aşikâr olur. Mekâna zaman içinde vurulan insani mühür olarak medeniyet; bir üslup ile nevi şahsına münhasırlık kazanır. Ki Turgut Cansever, İslam’da Şehir ve Mimari adlı eserinde üslûp, gerçekliğin iki organize edici ilkesi olan bir zaman ve mekân anlayışıdır. Bu iki kategori sayesinde insan kendi ürününü geliştirir. Bu sebeple sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmelidir, der.

İbn Haldun, umran yahut medeniyet nazariyesinin merkezine, insanın makul hareketlerini koyar. Buradaki izah, yöntem içeriğini Aristoteles’in sebepler ilkesinden alarak varlıkta oluşan insani yapıyı izah eder. İnsanın aileden başlayarak oluşturduğu toplu hayatın içinde kademeli olarak bir gaye peşinde hayat teşekkül eder. Bedavet/göçer hayatındaki insan hadari/şehirli/konak bir hayatı ararken insan asabiye denilen kavram ile devleti amaçlar. Hülasa medeniyeti var eden toplum-devlet-şehir üçlüsü bu yönde teşekkül eder. “Mülk ve hanedanlık asabiyetin ulaşmak istediği bir gayedir. Hadaret de bedeviliğin ulaşmak istediği bir gayedir. Hanedanlık ve mülk, alemin ve umranın sureti (formu)dir. Tebaa, şehirler ve sair ahval (itibariyle alem ve umran) da tümü ile o suretin maddesini teşkil eder.Şehir burada izah edilen manasıyla bir asabiyenin- bir toplumun- devlet yapısı içinde hadaret teşekkül ettirmesi sırasında umran içindeki tezahürüdür. Şehrin bir gayesi olduğu gibi şehir bizzat hadari dönüşümün gayesi oluyor. Böylece biz şehrin sureti olan ikinci teşekkül aşamasının İbn Haldun nazariyesindeki yerini belirlemiş oluyor. Şehir bu bakımdan medeniyet için merkezi bir kavramdır. Ok-yay teorisinde izaha çalıştığımız üzere bu üç unsur belirli değerleri muhtevi olarak bir biçim ve üslup içerisinde hayatı kurarken şehir bu yapının gerçekleşmesinin ana zemini olarak ortaya çıkar.

Şehir, İbn Haldun’un ifade ettiği üzere bir barınma, korunma ve ötesinde savunma mekânıdır. İbn Haldun’a göre “Mülk iki esas üzerine bina kılınmıştır. Bir mülkte bu iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi asker ve ordu tabir edilen şevket ve asabiyettir. İkincisi, bu ordunun ayakta durabilmesi ve mülkün ihtiyaç duyduğu ahvalin (ve devletin temel masraflarının) görülebilmesi için lüzumlu olan mal ve paradır.” Burada İbn Haldun mülk yani devletin dayandığı esaslar cümlesinden asker ve orduyu sayarken şehre de bu manada bir mefhum yükler : “Şehir, hakikatte çok sayıda asker yerine geçer. Surların korunmak imkânı vardır. Bu esnada çok sayıda askere ve büyük şevkete ihtiyaç duyulmaz.” tespitleriyle şehre dair bakış açısını devletin unsurları ile birleştirerek destekler. Bu noktada şehirleri zarardan korumak noktası “Bunun için şehirdeki bütün ev ve meskenlerin etrafını surlarla kuşatmak, göz önünde bulundurulur. Sonra şehrin ulaşılması zor bir yerde kurulması şartına riayet edilir. Böyle bir yer de ya dağ başındaki yüksek ve sarp bir tepe olur veya ağaç veya taş köprüden geçilmedikçe ulaşılamayacak tarzda çevresi bir deniz veya nehir tarafından kuşatılan bir yer olur. Bu suretle böyle bir yeri düşmanın zapt etmesi zorlaşır, buranın koruma ve savunma kudreti kat kat artar.” İşte şehir bu manada bir medeniyeti kuran ve koruyan mekan olarak ortaya çıkar. Bir asabiyenin korunması noktasında şehir önem taşır.

Bunun ötesinde İbn Haldun şehrin nasıl bir yerde kurulmasının çevre şartlarını da izah eder: “Zararlardan sakınmak için bütün ev ve barınakların etrafını sur ve duvarlarla çevirmeli, şehir aşılması ve çıkılması zor olan bir dağın tepesinde bina edilmeli veyahut şehir kurulacak yerin etrafı deniz veya nehirle çevrilmiş olup şehre ancak köprüden veyahut kemerli köprüden geçilerek girilmelidir. Bu takdirde düşmanın şehre saldırması zorlaşır, korunmak kudreti kat kat artar, kale ve istihkâmların mukavemeti de o nispette fazlalaşır. Şehir ve kalelere sığınanlara galebe çalmak son derece zor ve zahmetli hale gelir. Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı koyulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar. Şevket ve asabiyyeler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için gereklidir. Sur içinde yaşayanlar duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük asabiyyeye ve sayı çoğunluğuna muhtaç olmadan korunabilirler. Şehir bir ırmağın kenarında kurulmalı veyahut şehir kurulacak yerin hizasında suları tatlı olan kaynaklar ve çeşmeler çokça bulunmalıdır. Çünkü şehre yakın yerde su bulunması, ilk ihtiyaç olan su tedarikini ve ahalisinin geçinmesini kolaylaştırır ve faydası olur.

İbn Haldun son derece makul bir şekilde insanın toplum oluşturma şartlarını anlatırken türünün vahşetinden masun kalmak, ihtiyaçlarını gidermek, dayanışmak gibi sebepleri ortaya koyarken insanın bu manada oluşturduğu devletin diğer düşmanlardan korunmasının bir unsuru olarak da şehri ortaya koyar. Hülasa medeniyet bir muhafaza kavramı olarak toplum-devlet-şehir merkezinde oluşur. İşte bu yüzdendir ki hukuk ve adalet medeniyetten bahsedilen her alanda merkezde yer alır. Zira onu kaldırırsanız varoluş sebebini de yok etmiş olursunuz.

Farabi ve İbn Sina bu nedenle devletin ortaya çıkış saikleri arasında adaleti merkezi bir yerde görürler. İnsani olanın hayatla ilgisi ve fıtrata dair olması bakımından hukuk insan varoluşunu itidal içinde tutan, medeniyeti yaşatan ve kültüre sahip bir yapının devamını sağlayan esas unsurlardan biridir. Bu bakımdan şehri düşünürken barınılan bir beton yığınlaşmasından öte insani hayatın olgunlaştığı, üslubun selim bir inceliğe ulaştığı ve adaletin yaşandığı; Mevlana tarifi ile ağaçlara su verilip dikenlerin sulanmadığı bir zemini değerlendirmek lafzın mefhumuna doğru yerden bakmak adına önemli olacaktır. Modern zamanda siyasi ve kültürel düşüncesi medeniyetten ziyade politikaya angaje zihinlerimiz hakikatleri hatırladıkça kendiliği yolunda taklitten tahkike doğru kendi gündemine kavuşabilecektir.

Bu yazı adalet mülkün temelidir, olarak bugün hala devlet-millet hayatımızda yer alan anlayışa bir teorik derkenar olarak görülebilir. Burada mülk lafzı mefhumu genişleyerek medeniyeti var ettiğini düşündüğümüz ana zemin olan devlet-toplum-şehir üçlüsünün tamamına teşmil olunabilir. Bu bakımdan adalet insan/toplum, devlet ve şehrin varlığının temel esaslarından olurken adeta bir binanın görünmeyen mühendislik matematik olgusu gibi medeniyet için söz konusu olur. Tarihte farklı merkez ve odaklarda pek çok medeniyet var oldu. Lakin bizim dünyamızda medeniyeti manasına taşıyan şey medeniyetin şekli unsurları olan toplum-devlet-şehrin ötesinde ona niteliğini kazandıran adalet gibi değerlerdir. O medeniyete o vakit bizim diyebiliriz. Muasırlaşmak endişemiz medeniyet davamızı aştığından/kapsadığından beri biz medeniyetin nevi şahsına münhasır manasından uzak kaldık. Temeli kültür ve gayesi medeniyet olan Türkiye Cumhuriyeti’nden geriye doğru gidersek devletlerimizin bu çerçevede var olduğunu tarihe atılacak bir nazar rahatça gösterecektir. Ok-yay medeniyetine dair Orhun abidelerinden, Kutadgu Bilig’e, İbn Haldun’dan Nurettin Topçu’ya kadar okumalarımızın da bizi getirdiği yer burasıdır. Mülk, adaletin esası ve sebebi olunca küsen adaletin mülkümüzü sessizce terk edişini makus ve mahcup izliyoruz.

Vesselam.