19 Nisan 2017

İbn Haldun’un yanılgıları- Atlı Ordu 2

Süleyman Uludağ İbn Haldun'un eserinin tercümesindeki notlarından birinde şu yorumu yapmaktadır: “Bedâ ve büdüvv (başlama, ortaya çıkma, ilk olma, verme) kökünden geldiği dikkate alınarak bedâvet ve ehl-i bedâvet kelimelerinde iptidaîlik (primafy, ilk, ilkellik) mânası verilmesi İbn Haldun'un maksadına uygun olur kanaati taşıyoruz” (Süleyman Uludağ, İbn Haldun-Mukaddime İçinde, Dergâh Yayınları, 1988: 416). Süleyman Uludağ'ın kavramı Marksist tarih okumasına uygun bir anlama indirgemesinin oluşturacağı ilk netice Hz. Âdem ve eşini “ilkel toplum”a yuvarlamak olabilir. TDK sözlüğüne göre primitif kavramına “ilkel-gelişmemiş” anlamı verilmiştir.

Kâbe'yi inşa eden Hz. Âdem'in ilkel, iptidaî sayılamayacağını söyleyebiliriz. Cetvel-kalem-şakül kullanmadan duvar inşa etmenin ve duvarlardan küb şeklini oluşturmanın anlamı hakkında biraz düşünüldüğü takdirde Hz. Âdem'e bedevî, ilkel, primitif denilemeyeceği ortadadır.

Etimolojik anlamda “bedâ-büdüvv” köküne İslâmî bir mâna verilecekse şu olabilir: “İnsanlığın nübüvvetle başlaması, kanun-törenin ortaya çıkışı.” Böyle bir izah, Hz. Âdem'in ve Hz. Nuh'un “bedâ-büdüvv” kavramına uygun olarak “duvar inşası” ile işe başladığı fikrimizle mutabık olur. Bilindiği gibi Hz. Nuh, gemiyi Allah'ın gözetiminde inşa etmiş ve geminin “tahtadan duvar” sayılması gereken gövdesini tamamlamıştı. Duvar, sembolik anlamda hayrı muhafaza etmektedir. Duvar inşası konusunda Kur'an'da üç örnek daha vardır: 1) Zülkarneyn, Yecüc-Mecüc karşısında müstezaf duruma düşen topluluğu “demir duvar” inşa ederek muhafaza eder; 2) Hızır (as), yetim çocukların Salih babalarından kalan helal serveti korumak için yıkılmış duvarı yükseltir; 3) Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, yıkılmış Kâbe duvarını yükselterek kıbleyi muhafa eder. Böylece Süleyman Uludağ'ın iptidaîlik diyerek anlam verdiği bedâ-büdüvv kelimelerinin aslında etimolojik anlamlarına uygun şekilde “esmae kulleha” sırrınca “marifeti başlatan” şeklinde anlamak mümküne çıkar. Hz. Peygamber (asv) de Kâbe'nin yıkılan duvarının inşasını gerçekleştirdiğine göre O'nun ameli, Hz. Âdem'den gelen bu geleneğin yani duvar inşasının mührü olur. Böylece bedâvetin din ile ilişkisini kurduğumuzu düşünüyorum.

İbn Haldun'un bedevîliği “iptidaîlik” değil, “vahşilik durumu” olarak anladığını Mukaddime'de görmekteyiz. Şöyle der: “Şecaat ve cesaretin sebebi bedavet olduğu için vahşi nesillerin ve toplumların (ceyl-i vahşi, savage group) diğerlerinden daha çok cesur olmaları zaruridir (…) Ehlileşmiş geyik, yabani sığır ve eşekleri vahşi olanlarıyla dikkatle mukayese ediniz (…) Ulfet ve ünsiyet eden (şehir hayatına alışan ve medenîleşen) vahşi insanın hali de böyledir. Bunun sebebi, seciyelerin ve tabiatların sadece âdetlerden ve alışkanlıklardan (avâid-i me'lûfat) oluşmasıdır” (İbn Haldun, c: 1, 1988: 448-449). İbn Haldun vahşi (bedevî) gördüğü kavimleri de zikreder: “Vahşi ve yabani kavmin, hadariler karşısındaki durumu, yırtıcı vahşi hayvanların ehlileşmiş hayvanlar karşısındaki durumu gibidir. Bunlar Arap, Zenâte ve onlar hükmünde olan Kürtler, Türkmenler ve Sinhâce'den Lisâm gibi kavimlerdir” (İbn Haldun, c: 1, 1988: 463).

İbn Haldun'un Farabi'nin “Medine” tasavvurunu eleştirerek ve onu kırarak oluşturmaya çalıştığı “Umran İlmi” bu argümanlarıyla Batı'nın Doğu üzerinde kuracağı hegemonyanın ideolojik temeli haline dönmektedir. İbn Haldun'un Kur'an'dan kopuk ve Peygamberleri tarihin başlangıç noktası olarak kavramayan kavramlarıyla düşünmeyi sürdürdüğümüz takdirde, Batı'nın emperyalist, sömürgeci zihniyetini eleştirecek bir zeminin kalmadığını görmekteyiz. İbn Haldun, kendisinden önce kimsenin katkıda bulunmadığını iddia ettiği “Umran İlmi” tasavvuruyla Hz. Âdem'i, Hz. Nuh'u, Hz. İbrahim'i, Hz. Musa ve kavmini, Hz. İsa'yı vahşilik dediği hayata sürmektedir. Hz. Musa'yı saraydan çıkaran, çoban olmaya zorlayan kaderin hikmeti İbn Halduncu teoriyle izah edilemeyecektir. İsrailoğulları'na Mısır'dan hicreti emreden vahyin anlamlandırılması da İbn Halduncu tezle mümkün olmayacaktır. Zira İbn Haldun'a göre bedavetin gayesi mülktür: “Asabiyetin giderek ulaştığı nihaî gaye mülktür” (İbn Haldun, c: 1, 1988: 450). Eğer İbn Haldun'un bu teorisi doğruysa Hz. Musa ve kavminin (İsrailoğulları) Firavun ve askerleri boğulduktan sonra Mısır'a geri dönmesi ve sahip oldukları asabiyetle mülke varis olmaları gerekmektedir. Firavun ve melesinin İsrailoğulları'nın erkek çocuklarını öldürttüğü, kadınlarını asimilasyona tabi tuttuğu hatırlanırsa “güçlü bir asabiyeti yeniden canlandıran” Hz. Musa'dan beklenen Mısır mülkünde iktidar tesis etmektir. Ancak kıssa, Musa ve kavminin Mısır'a geri dönmediğini anlatır. Bu durumda Kur'an kıssaları karşısında İbn Haldun'un teorisinin sağlaması (doğrulaması) yapılamamaktadır.

İbn Haldun'un Umrancılık teorisini bedâvet kavramına verdiği anlamlandırmadaki hatası bakımından da kritik etmek gerekmektedir. Bu kapsamda bir kritik için O'nun “Türklerin bedevî ve vahşi” olduğu hakkındaki yargılarının ele alınmasını hayatî önemde gördüğümüzü belirtmeliyim. Böyle bir araştırma,  Türk düşüncesinde Nurettin Topçu'nun “Türkler Asya'da göçebe idi, Anadolu'ya geldiler Eti halkından ziraat öğrendiler” ve İsmet Özel'in “Gâvurlar bir Türk icat ettiler başımıza sardılar. Türk bir kavmin adı değildir. Türk bir karakterin adıdır” fikirlerinin de sağlamasını yapmak bakımından önem kazanmaktadır. Biz son dönemdeki çalışmalarımızda Türk düşüncesinin tamamının İbn Halduncu-Umrancı çizgiyi sürdürdüğünü ifade ettik. Fakat şimdiye kadar bu meseleyi şehir=Medine kavramı ekseninde dile getirdik. Farabi'nin “Mesken, kıldan, yünden, yerin altında, yerin üstünde olabilir. Şehir, hanelerden (meskenlerden) oluşur” ifadesine dayanan önceki çalışmalarımızı şimdi başka bir kavramsal alandan destekleme düşüncesindeyiz. İbn Haldun'un toplumları “koyun güdücü” oldukları için “göçebe ve vahşi” gören paradigmasının Bozkır halklarının at yetiştiriciliği gerçeğini ıskaladığı öncülüyle hareket etmekteyiz.

Böyle bir eleştiri, Türk düşüncesindeki Umrancı tekelciliği kıracak ve İbn Haldun'un son tahlilde Batılı kültürel hegemonyaya hizmet eden paradigmalarını bertaraf edebilecektir. İbn Haldun, kitabının 52. Bölümünde Farabi'yi eleştirmiş ve O'nun “siyaset-i Medine” kavramını “ütopya” olarak değerlendirmiştir. Oysa Farabi'nin teorisini yaptığı “siyaset-i Medine” Hz. Peygamber'in sünnetinin ta kendisidir. Türkler bu tasavvuru Zülkarneyn'in “demir dağlar ülkesi” vesilesiyle bilmektedir. Türklerin at ve demirle ilişkisini, duvarı yükselten hikmet'e aşinalığını İbn Haldun anlayamamıştır.